28 Aralık 2014

Hitler bir megalomandı

Cumhuriyet, 28.12.2014
SALZBURG
AHMET ARPAD


Megaloman kime denir? Kendini herkesten üstün gören ve hep ön plana çıkmak isteyen kişiye! Bu insanın temelinde çok güçlü ve bastırılmış bir aşağılık kompleksi vardır. İnsanlık tarihinin gelmiş gelmiş en büyük megalomanlarından biri de Adolf Hitler'di. Savaş sonrası Führer'in bu hastalığı üzerine kafa yoran sayısız psikiyatrist onun iki ruhlu bir insan olduğu üzerinde birleşir. Çift kişilikli oluşu onu yakın çevresi için zaman zaman anlaşılmaz yapardı. Davranışları çoğu kez esrarengizdi. Gözlerini boyadığı insanları peşine takmasını başaran bu megalomanın başlattığı savaş sadece altı yıl içinde 60 milyon insanın yaşamını yitirmesine neden olmuştur! On yıllık yönetimi sırasında hep daha büyüğün peşinden koşan Hitler'in düşlerinden biri de, yüz binleri ve kendinden sonrakileri etkileyecek dev mimarlık eserleri yaratmaktı! Mimarlarının önüne koyduğu planların çoğu gerçekdışıydı. Onunla anlaşamamış tek mimar Stuttgartlı Paul Bonatz'dı. Münih'e Hitler'in istediği dev tren istasyonunu yapmaya karşı çıktığı için Almanya'yı terk etmek zorunda kalan Bonatz savaş ve savaş sonrası yıllarını Ankara ve İstanbul'da geçirir. Anıtkabir jürisinin başkanlığını yapar, Türkiye'de bir çok öğrenci yetiştirir. Hitler'in dev yapılarına günümüzde Berlin'de, Nürnberg'de, Münih'te, Regensburg'da hâlâ rastanıyor.

En son Salzburg ziyaretimizin ardından yakın Berchtesgaden'de yaşayan eski tanış bir aileyi ziyaret etmeden Stuttgart'a dönmek olmazdı. Havanın soğuk, fakat güneşli olmasından yararlanarak onlarla birlikte Obersalzberg tepesine çıktık. Almanya-Avusturya sınırında, iki bin metreye yaklaşan bu tepenin 1933'den bu yana kötü bir ünü var. Ülkede yönetimi ele alan Hitler kısa süre içinde Obersalzberg'deki tüm yapıları ele geçirir. Mülkünü satmak istemeyenleri "toplama kamplarına gönderirim" tehdidi ile inatlarından vazgeçirtir. Kendine "halkın başbakanı" dedirten Hitler Almanya'yı ve savaşı çoğu kez, bu tepeye oturttuğu dev merkezden yönetmiş, ülkelerarası politikacılarla, diplomatlarla görüşmelerini burada yapmıştır. Obersalzberg malikanesinin altına açırttığı beş kilometrelik gizli tünellerin bazılarını bugün ziyaret etmek mümkün. Amerikalılar 25 Nisan 1945'de sadece bu dev yapıyı bombalamadılar, Nazi subaylarıyla muhafızların konakladığı tüm binaları da yok ettiler. Bir kaç duvarı bırakılan Hitler karargahının yakınına 2005 yılında Bavyera Eyalet Hükümeti 50 milyon Euro harcayarak dev bir otel kondurttu.

Az ötede, uçurumun bağrına sipsivri saplanan bir kayanın üzerinde ilginç yapı var. Hitler'in çayevi! Diktatör büyük salonunda veya terasında Eva'sıyla keyif çatıp çayını yudumlar, ötelerdeki Salzburg'u ve ufuktaki karlı dorukları seyrederken kafasından yeni 'kötülükler' geçiriyordu. Burası Alpler'de bir 'kartal yuvası'. Rayh bakanı Martin Bormann düşsel bu yapıyı Führer'e 50. doğumgünü hediyesi olarak sadece 13 ayda zirveye kondurtmuştur. Yaklaşık 150 metrelik bir kayanın sivri tepesinde. Ulaşmak için önce kayalara oyulmuş, tarihi abajurlarla aydınlatılmış 124 metrelik bir tünelde ilerliyorsunuz. Sonra, içini kocaman bir avizenin ve şamdanların pırıl pırıl aydınlattığı, her yanı pirinç levhalarla kaplı kırk yedi kişilik asansörle kayaların içinde yine 124 metre yükseliyorsunuz, sadece 41 saniyede. İnanılmaz bir manzara ayaklarınızın altında. Dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde Königsee'nin yemyeşil suları, üzerinde gemicikler, göle akan pırıl pırıl dereler.

Stefan Zweig "Dünün Dünyası"nda Salzburg yıllarını anlatırken şöyle söz eder: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

www.ahmet-arpad.de

14 Aralık 2014

Düşle gerçek karışımı bir kent Salzburg

CUMHURIYET, 14.12.2014
SALZBURG
AHMET ARPAD

Ahmet Arpad, Salzburg Yahudi cemaati başkanı 101 yaşındaki Marko Feingold ile sohbet ediyor.
Ahmet Arpad, Salzburg Yahudi cemaati başkanı
101 yaşındaki Marko Feingold ile sohbet ediyor.
Salzach ırmağına uzanan loş ve dar sokakların arnavutkaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, lodenlerine bürünmüş insanlar lokantalara, tiyatrolara gidiyor. Parlak tuvaletli bayanlar, smokinli beyler operanın önünde taksilerden iniyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard' ın, Handke'nin kentinde akşam olmuş. Noel öncesi Salzburg ışıl ışıl, rengârenk. Alanlar, tarihi yapıların altındaki geçitler, dar sokaklar katedral alanı ve çevresinde kurulmuş Noel pazarı, buz patinaj sahası insan dolu. Az önce kent kütüphanesindeki bir okumadan çıkmıştık. Salonda boş yer yoktu. Stefan Zweig'ın 133. doğum gününde tiyatro sanatçısı Dorit Ehlers yazarın ünlü yapıtı "Yıldızın Parladığı Anlar" kitabından 'Okyanusu Aşan İlk Söz' minyatürünü okumuştu. "Bireylerin yaşamında ve tarihin akışında yüz yılları belirleyecek bir kararın tek bir güne, tek bir saate, tek bir ana sıkıştırıldığı çok trajik ve yazgıyı belirleyen anlara çok ender rastlanır. Geçmişin karanlığına ışık tuttukları için 'yıldızın parladığı anlar' dediğim, değişik yüz yıllardan ve bölgelerden anlardan bazılarını bu kitabımda anımsatmaya çalışıyorum..." diyen Stefan Zweig'ın Salzburg, Kapuziner yokuşu 5 numaradaki villasında geçirdiği yaklaşık yirmi yıl onu edebiyatta doruğa tırmandıran çok verimli yıllardır. 

Bu akşam bir toplantıdan diğerine gidiyoruz. Zweig'ın ölümünün üzerinden 72 yıl geçtikten sonra Salzburg'daki 'sevgili' villası hâlâ müze olamadı. Büyük çabalar sonucu ancak 2008 yılında bir Stefan Zweig Merkezi açılabildi. Yirmi yıl önce adı bir okula verilecekti, ancak o günlerde bakanlık "İntihar etmiş birinin adını bir okula veremeyiz" diye karşı çıkmıştı. 2014 yılına gelindiğinde ise Salzburg Pedagoji Akademisi'nin adına yazarın 133. doğum gününde büyük bir törenle Stefan Zweig adı eklendi. Konuşmacılar yazarın önünde saygıyla eğildiler: O insanlığın birliğini arzulayan kozmopolit bir insandı. Yapıtlarında hep insancıl bir hoşgörü düşüncesinden yola çıkan Zweig'ın gözünde toplumlar arası barışa erişmek için eğitim en temel koşuldu. Misyonu Avrupalı sanatçılarla edebiyatçıları ortak barış uğruna bir araya getirmekti. Kendini hep bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi. Akademi rektörü Windischbauer Zweig'ın bu düşüncelerinin sürekli yaşamasını kendilerine görev edindiklerini açıkladı. Konuşmacılardan Stefan Zweig Centre müdürü Dr. Renoldner de toplantı sonrası sohbetimizde Carl Zuckmayer'in Zweig üzerine söylediklerini anımsattı: "Zweig dostça bağlandığı bir insanı ömrü boyu kardeş kabul ederdi. Gerçek bir dostluluk onun için mutlulukların en yücesiydi... Zweig adının mutlaka Salzburg'da bir alana veya caddeye verilmesi gerek!" Konuşmacılardan biri de Lotte Zweig'ın yeğeni, Londra'da yaşayan 86 yaşındaki Eva Albermann'dı. Avusturya'dan, New York'a, Brezilya'ya Zweig'la ilgili bir çok toplantıya çağırılıyor! O akşam tanıştığım bir başka ilginç insan da Salzburg Yahudi cemaati başkanı 101 yaşındaki Marko Feingold oldu. Toplantının ardından sohbet ettiğim Feingold yaşamının 6 yılını Ausschwitz ve Buchenwald toplama kamplarında geçirdiğini anlattı. 1945'den bu yana da Salzburg'da, dinç mi dinç, her yere gidiyor, konuşmalar yapıyor... O akşam hiç oturmadı.
Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokaklarını aydınlatıyor fenerler. Yüce katedralin çanları çalıyor, karanlıkta yayılıyor alanlarda, tepelerde, kayalıklarda yankılanıyor. Otele dönerken önünden geçtiğimiz kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, ışık süzüyor... Cafè Tomaselli'de, Schatz'da, Fürst'te Cafè Bazar'da, müşteriler azalmış. Otel Sacher'in terasından karşılar büyülü. Salzburg kalesi ışıl ışıl. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hedefledim" diyen Zweig'ın düşle gerçek karışımı kentinde gece olmaya hazırlanıyor.

www.ahmet-arpad.de

16 Kasım 2014

'Size çocuk gibi sarılıyorlar'

CUMHURİYET, 16 Kasım 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Tüm Almanya'daki 740 bin öğretmenden sadece yüzde biri yabancı kökenli. Okul yönetimde ise hemen hemen yoklar! 1959 Bandırma doğumlu Ümit Arabacı Baden-Württemberg Eyaleti'ndeki Türk kökenli ilk okul müdürü! 1991-2006 arası öğretmenlik yaptıktan sonra önce müdür yardımcılığına, oradan da iki yıl önce Astrid-Lindgren İlkokulu'nda müdürlüğüne yükselen Ümit Bey'le çalışma odasında hoş bir sohbet ettik. Ren ve Neckar nehirlerinin birleştiği 290 bin nüfuslu Mannheim Almanya'nın en büyük iç limanı. 177 değişik ülkeden insanlara kapılarını açan endüstri kenti Mannheim'da 30 bin Türk yaşıyor. Çoğu okulda yabancı kökenli öğrencilerin sayısı Alman öğrencilerin çok ötesinde. Ümit Bey'in müdürlüğünü yaptığı okulda da koridorlarda, bahçede koşuşturan 180 çocuğun yüzde sekseni yabancı kökenli. Ümit Arabacı: "Bu yabancıların da yarısı Türk kökenli" diyor. "Çocuklarımızın başkalığı, açıksözlülüğü ve hoşgörüyü çok genç yaşta öğrenmeleri için en güzel ortam böyle bir okul". 2012'de onu bu göreve getiren makam aradan iki yıl geçtikten sonra  "Ümit Bey'le en doğru seçimi yaptığımızı anladık" diye konuşuyor. "O kültürler arasında bir köprü, yabancı çocuklara bir örnek".

Almanya'da sadece Türkiye kökenli küçük çocuklar ilgi beklemiyor, elli küsur yıl önce bu ülkeye adım atmış şimdinin çok yaşlıları da. Çoğunun doğdukları topraklarla hiç bağlantısı kalmamış. Yaşamlarının son dlimini Almanya'da geçirmek zorundalar. Belli bir yaştan sonra da bakımları gerekiyor. Eşleri, çocukları çok zor durumlara düşüyor. Resmi verilere göre Almanya'da bakıma muhtaç yaklaşık 450 bin yaşlı Türk'ün 25 bininin sürekli bakıma gereksinimi var. Mannheim'da okul müdürü Ümit Arabacı'nın ardından Uyum ve Dinlerarası Diyalog Enstitüsü Müdürü Talat Kamran'la da buluştuk. Konumuz bakımı gereken yaşlılar, ağırlıklı olarak da tabii Türkler. Ağır hasta veya demans olmuş birinin evde bakılması olanakdışı. Yaşlı eşinin bu zor görevin altından kalkamadığı durumlarda onun bir hastaneye veya bakımevine gitmesi zorunlu.  İşte bu aşamada son yıllarda "islami manevi bakım" sorunu da ortaya çıktı. Talat Kamran, Hıristiyan toplumunda kilisenin de desteği ile manevi rehberliğin alışmış bir görev olduğunu söylüyor. Mannheim ve çevresindeki 17 hastanede şu anda 20 Müslüman manevi rehber görev yapmakta. Resmi verilere göre Baden-Württemberg’de 170 Müslüman manevi rehbere gereksinim var. Kamran, Müslüman manevi rehber ve Türk hastabakıcılar yetiştirmekte çok geç kalındığı görüşünde. Uyum ve Dinlerarası Diyalog Enstitüsü'nün hedefi üç yıl içerisinde bu açığı kapatmak. Müslümanların kültürünü, dini duyarlılığını, yeme-içme hassasiyetini, ölüm kültürünü, temizlik duyarlığını diğer elemanlardan daha iyi bilen bu görevliler haftada bir-iki gün gönüllü çalışıyor. Manevi rehberler ölüm döşeğindeki hastalar için Kuran-ı Kerim okuyor, Kelime-i Şahadet getirmesine yardımcı oluyor.


Müslüman manevi rehberler iki kültür arasında köprü olan insanlar. Onlar herkesin yapamayacağı zor bir işi severek yerine getiriyorlar. Altı ile sekiz ay ay süren eğitimlerine Bilkay Öney'in Uyum Bakanlığı ile Robert Bosch Vakfı destek veriyor. Kısa süre önce göreve başlayan bir Türk bayanın sözleri göğüs kabartıcı: "Bu iş para için yapılmaz. Kalbiniz ve elleriniz bir çalışacak. Yeri geldiğinde size çocuk gibi sarılıyorlar... Ölümle iç içesiniz... Sağlam bir psikoloji gerekiyor."

www.ahmet-arpad.de

3 Kasım 2014

İnsanları sevmek yaşam koşuluydu

KİTAP ZAMANI, 3 Kasım 2014
AHMET ARPAD

Bir modern dünya vatandaşı... İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşünce savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın... Kültür aracılığıyla daha iyi bir dünya kurulacağına inanmış bir düşünür... Savaş karşıtı bir yazar... Stefan Zweig.


Çevirmen gözüyle


Toplumları birbirine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde… Kültürlerin birleştiği bir Avrupa... Hümanizm, güzel sanatlar, edebiyat, bir araya gelen sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar... Avrupa insanlarını kültür aracılığı ile birleştiren, güçlendiren o insanlar... İşte Stefan Zweig'ın düşleri! İnsancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese, karşılık beklemeden. Gösterişi sevmezdi, insanları sevmek Stefan Zweig için yaşam koşuluydu...

Avrupalı bir Avusturyalı. Avrupalı bir modern dünya vatandaşı. İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünür. Savaş karşıtıydı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Eserlerinde hep doğruya inanır, savaşlardan nefret eder Zweig. Lirik anlatımı ve yalın diliyle okuru kendine bağlar. Hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" (Türkçesi: Burhan Arpad ) eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır."

ZWEİG ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ
Stefan Zweig insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ı 23 Şubat 1942'de ölüme sürüklemişti.  Stefan Zweig'ın 20. yüzyıl savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardır. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig'ın şu sözleri önemlidir: "Savaşlardan nefret ederim. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez… Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır..."

1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle Almanya karıştı. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth o günlerde Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek…" Fakat o günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu. Birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'dan kaçtı. Stefan Zweig’ın mutluluklarla ve başarılarla dolu yaşamı yavaş yavaş sona ermeye başladı. Nazilerin onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir kararla Salzburg'u terk etti, İngiltere’ye yerleşti. Ancak burada da kendini rahat hissetmedi. Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı.

VATANSIZ KİŞİ STEFAN ZWEİG
Avrupa'daki gelişmeler onu yeni depresyonlara düşürür. 1937'de Salzburg'daki villasını Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Bir yıl sonra eşi Friderike'den boşanır. Hitler'in 13 Mart 1938 günü Viyana'ya girmesi ve Avusturya'nın dünya politikasından silinivermesiyle en son gücünü de yitirir. Stefan Zweig artık bir 'vatansız kişi'dir. Elli sekiz yaşında ‘haymatlos‘ olması ona pek ağır gelir. "Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamaz," diyen Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirmişti. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun'a şöyle yazar: "Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar." Zweig bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyordu. O günlerde Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektupta da çok kötümserdir: "Evim nerede bilemiyorum… Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor..."

'BİZLER YARIN DA BİR HİÇ OLACAĞIZ'
Tek tesellisi, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile anıları Dünün Dünyası’ydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: "'En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması". Sevmiş olduğu dünyasının kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğini anlamıştı. "Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek…Bizler her yerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız". 1941 yılının Ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Zweig‘la ikinci eşi Lotte‘yi Brezilya'ya götürür. Rio de Janeiro yakınlarında, yazlık kent Petropolis'te bahçeli küçük bir ev kiralarlar. Ev üç odalıdır. Petropolis'i, Habsburglar Avusturyası'nın ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzetir. Orada Avrupa'yı unutmak ister. Fakat oradan gelen korkunç haberlerle bunu başaramaz, huzura Brezilya’da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa’dadır. Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! 1941 Ekiminde ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektupta yakın gelecekte hiçbir yere gidemeyeceğini yazar. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder.

RUHSAL ÇÖKÜNTÜ VE SON
Stefan Zweig 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: "Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağına inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Sevgiler ve dostlukla... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan."

1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 23 Şubat 1942 tarihinde Brezilya'nın küçük dağ kenti Petropolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulur. Bir kaç gün sonra Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." satırları yer alır. Ölümünün üzerinden 72 yıl geçtikten sonra Salzburg’daki ‘sevgili’ evi hâlâ bir müze olamadı. Büyük çabalar sonucu ancak 2010 yılında bir Stefan Zweig Centre açılabildi. Yirmi yıl önce adı bir okula verilecekti. Ancak o günlerde bakanlık "İntihar etmiş birinin adını bir okula veremeyiz” diye karşı çıkmıştı. 2014 yılına gelindiğinde ise Salzburg Pedagoji Akademisi’nin adı yazarın 133. doğum gününde yapılacak bir törenle Stefan Zweig Akademisi olarak değiştirilecek...

Stefan Zweig savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim" diyen "Yıldızın Parladığı Anlar"ın yazarı Stefan Zweig huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleriyle bize her zamankinden daha çok gerekli.

2 Kasım 2014

Remarque, barış savaşçısı...

CUMHURİYET, 2 Kasım 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Erich Maria Remarque ayağa kalkar, elindeki içki şişesini lokantada oturanlara gösterek seslenir: "Bakın, çevirmenim Burhan Arpad bana ne getirdi İstanbul'dan!" Yıl 1956, bir ağustos akşamı, İtalyan İsviçresi, Lago Maggiore kıyısında Porto Ronco. Locanda Miller'in masaları dolu. 20. yüzyılın en ünlü yazarlarından biri kabul edilen Remarque'ı "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" çevirisiyle Türk okuruna tanıtmış ve ardından onun en önemli eserlerini dilimize kazandırmış olan Burhan Arpad Porto Ronco buluşmasına eli boş gelmemiştir. Değişik içkileri sevdiğini bildiği yazara bir şişe Yeni Rakı getirmiştir.

Batı Almanya cumhurbaşkanlarından Theodor Heuss'un (1884-1963) Stuttgart'taki büyük villası oturduğum eve yakın. Bütün villa bir müze. Şu sıralar villanın bir katı Hitler'in kitaplarını yaktığı, ülkeden kovduğu Remarque'a ayrılmış. Yazarın doğum yeri olan Osnabrück'de kurulu Remarque Özgürlük Merkezi'nin verdiği sayısız döküman, fotoğraf, belge ve müsvedde Stuttgart'ta sergileniyor. Sergiyi düzenleyenlerin ‘kavgacı barışsever' dedikleri Remarque'ın yaşam boyunca tek amacı küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığını kavramasıydı. O savaşa karşı sadece kalemiyle savaştı, militarizmi hep eleştirdi, çıkarları adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanları boğazlamasını bütün yürekliliğle yerdi. Remarque'a göre insanlar arasında gerçek barış, savaşın toplumlar için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilirdi. Savaşa karşı savaş açmış dünya yazarları arasında onun hâlâ ayrı bir yeri vardır... Elli dile çevrilmiş, yirmi milyon baskı yapmış olan "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" geçen yüzyılın ilk ve en başarılı savaş karşıtı eseridir. "Ben Batı Cephesi'yle şikayet etmekten çok, savaşta bir neslin yitirilmiş olduğuna toplumun dikkatini çekmek istiyorum...." diyen Remarque'ın anlattıkları kendi yaşadıklarına dayanır.
İlginçtir, Alman edebiyat çevreleri Remarque'ın romanlarına çoğu kez mesafeli durmuş, hatta onları küçümsemiştir. Onu büyük bir Alman edebiyatçısı olarak övenler daha çok yabancı okurlarıdır. Ünlü yazar savaş sonrası Almanyası'ndan şöyle söz etmiştir: "Kaygılıyım. Eski Nazi ruhuna şurada burada tek tük de olsa rastlanıyor. Uyanık olmak, dikkatle izlemek gerekiyor..."  Remarque'a göre genç neslin de ana babalarının bir zamanlar ne suçlar işlediğini çok iyi öğrenmesi gerekir. „Bugün ülkede önemli yerlerde eski Nazilerin görev almasına da aklım ermiyor. Eski pislikler örtmekle yok edilmez..."

Çevirmeni Burhan Arpad'ın: "Benim en sevgili yazarım" dediği Remarque gerçekten çok sevilmesini gereken bir yazardır! Savaşa karşı sadece kalemiyle ömrü boyunca savaştığı, militarizmin her biçimini eleştirdiği, şu ya da bu çıkarcılar adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanların insanları boğazlamasını bütün yürekliliğiyle yerdiği için. Hızlı bir yaşamı seven, Greta Garbo ve Marlene Dietrich ile büyük aşklar yaşayan Remarque öldüğünde arkasında on bir roman, bir tiyatro oyunu ve 20. yüzyıl Alman edebiyatında hiç bir yazarın ulaşamadığı büyük bir ün bıraktı. O eserleri ile kanlı savaşlardan geçinen çirkin politikacılara seslenir, militaristlerin gerçek yüzünü ve barışın kutsallığını insanlar kavrasın, barış dolu bir dünya gerçekleşsin ister. Burhan Arpad 1980'de Porto Ronco'ya tekrar uğrar. Bu kez ailecek gitmiştik. ‘Barış Savaşçısı" yazarın ‘Ronco sopra Ascona‘ mezarlığındaki, Laggo Maggiore manzaralı kabrini ziyaret etmiştik.

"Bu sergiyle onun insancıl ve politik sorumluluğunu öne çıkarmak istiyoruz" diyen sergi yapımcıları bence başarılı olmuş.

www.ahmet-arpad.de

12 Ekim 2014

Gökten zembille inmediler ki...

CUMHURİYET, 12 Ekim 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Almanya'da yasaların boşluklarından, kimi politikacıların zayıflıklarından, kilisenin açık desteğinden uzun yıllar yararlandılar ve hâlâ da yararlanıyorlar! 1980'li yıllardan günümüze dal budak saldılar, yeşerdiler. Nedense hiç engellenmediler. Üstdüzey yöneticilerden yerel yönetimlere, kiliselerden medyaya kimse "bu adamlar"a karşı çıkmadı. Çoğu kez diyaloğu yeğlediler. Kimi yerde destek oldular, arka çıktılar. "Hangi ülkede olurlarsa olsunlar bütün yöneticilerle mücadele etmeliyiz! Ancak bunu başarmak için toplumda taban oluşturmamız gerekli." Bu sözler 2003'de Berlin Teknik Üniversitesi'ndeki bir toplantıda söylenmişti. Çoğunluğu öğrenci olan 350 izleyicinin karşısında hiç çekinmeden böylesine ulu-orta konuşan Hizb-ut Tahrir'in Orta Avrupa sözcüsü Shaker Assem idi. Radikal İslamcı örgütler Alman üniversitelerindeki çabalarının semeresini 11 Eylül'de almıştı. Bilindiği gibi El-Kaide özellikle Hamburg üniversitesindeki Arap asıllı öğrenciler arasında etkili olmuştu. New York ve Washington'a düşürülen uçakların pilotları o üniversitede yıllarca öğrenim görmüştü. Almanya'da 1990'lı yıllardan başlayarak İslamcı organizasyonlar üzerine yaptığı filmlerle ün kazanan, son aylarda da bir kaç kez Irak ve Suriye'ye giren Kölnlü televizyoncu Ahmet Şenyurt o günlerde şöyle konuşmuştu: "Hizb-ut Tahrir'in Almanya'nın çok kentinde bürosu var. Örgüt yandaşlarına: ‘Batıda insanları dinsizler ve günahkarlar yönettiği için hiç bir seçime katılmayacaksınız,' diyor." 2000'li yıllara girildiğinde Milli Görüş, Müslüman Kardeşler, Süleymancılar, Nurcular da gençleri kendilerine çekmeye başlamıştı. Radikal İslamcılar üzerine yaptığı araştırma ve çalışmalarla tanınan Berlinli kadın gazeteci Claudia Dantschke'nin o günlerdeki şu saptaması ilginçtir: "Son zamanlarda Almanya'da İslami yaşam yolunda yürümeğe karar vermiş bu gençler giderek daha çok üniversitedeki arkadaşları arasında Hizb-ut Tahrir propagandası yapmakta. Özellikle Milli Görüşçü öğrenciler şu sıralar örgüt ile Hizb-ut Tahrir arasında bağlantı oluşturuyor."

Günümüze gelindiğinde Hizb-ut Tahrir'in yerini Almanyalı IŞİD'ciler aldı! Terör örgütüne katılmak için ülkeyi 450 gencin terk ettiği söyleniyor. Radikal gruplar geçmişte olduğu gibi şimdi de okul ve iş yaşamında başarısız göçmen çocuklarını kolayca "avladılar." Alman toplumunda kendine yer bulamayan gençlere 2000 öncesi tarikatçılar kucak açarken şimdi aynı çabayı onlara "Sen iyisin, Batı toplumu kötü" duygusunu veren İŞİD gösteriyor. Federal Anayasayı Koruma Örgütü'nün araştırmasına göre çihatçı gruplara Almanya'dan katılan gençlerden sadece yüzde 6'sının meslek eğitimi var, yüzde 60'ı Almanya doğumlu. Resmi verilere göre bu arada 130'u Almanya'ya dönüş yaptı; dönenlerden 25'i "terör deneyimli". Federal ve eyaletler içişleri bakanlarının yer aldığı İçişleri Bakanları Konferansı radikalleşmiş gençlerin IŞİD'e katılmasının nasıl önlenebileceği konusunda kısa süre önce çalışmalar yapmaya başladı! Ne de olsa Başbakan Merkel'in gözünde IŞİD bir "terör örgütü" ve "soykırım yapıyor". Münih Üniversitesi'nden Prof. Heiner Keupp, çoğu göçmen genci burada doğmuş olmasına karşın kendini toplumda "haymatlos" hissettiği görüşünde. Keupp "Onlar kimlik krizi yaşıyor" diyor. "Geleceklerinden korkuyorlar, beklentileri sıfır." İşte aşırı dinciler hep bu insanlara kucak açtılar, onları aralarına aldılar, onlara bir "kimlik" verdiler, güçlendirdiler. "Toplumun dışladığı, geleceği belirsiz, ne olursa olsun yaşamını değiştirmek isteyen gençler de radikalleşmeyi bir şans olarak gördü," diye konuşuyor Prof. Keupp. "Günün birinde Suriye veya Irak'tan bambaşka insanlar dönecek Almanya'ya!" IŞİD'e katılanlar arasında sonradan Müslümanlığa geçen etnik Almanlar da var. Marburg üniversitesi profesörlerinden, İslam dini üzerine yazdığı kitaplarla ünlenmiş Türkolog Ursula Spuler-Stegemann son sohbetimizde ilginç bir konuya değindi. "Bu Müslüman Almanlar gerçek İslamı yaşadıklarına inanan köktenci insanlar. Onlar son yıllarda Almanya'da aşırı İslamın yayılmasında önemli bir rol oynadılar." Gerçekten de özellikle 4 bin Selefi arasında bu gibilerine daha çok rastlanmaya başlandı. Prof. Spuler-Stegemann başka bir tehlikeye de dikkatimi çekti: "Üniversitemizde antisemit öğrencilerin sayısında gözle görülür bir artış var."

Göçmen çocuklarına sürekli "sen bizden birisin" hissini veren aşırı dinci gruplar onları ailelerinden ve toplumdan koparmayı hep başardı. Bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerek! Onlar gökten zembille inmediler...

www.ahmet-arpad.de

14 Eylül 2014

"Sütçü beygiri mi, yarış atı mı?"

CUMHURİYET, 14 Eylül 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD
Kısa süre önce „Questions and Answers on the Gülen Movement" adlı çalışması Almanca'ya çevrilerek Main-Donau Yayınevi'nce yayınlanan Dr. Muhammed Çetin kitabını Stuttgart'ta tanıttı. Çoğunluğu tesettürlü genç kadınlardan oluşan yaklaşık 40 izleyicinin katıldığı toplantıda okuma yapması beklenen Çetin sadece konuştu, cemaatten söz etti. Baştan sona İngilizce konuşan Çetin'e toplantının sonunda tesettürsüz bir bayan: "Yabancı ülkelerde Gülen okullarına sınavla sadece elit öğrencilerin alındığı doğru mu?" diye sordu. Genç bayanın sorusuna tek bir yanıt olabilirdi. Ne de olsa Asya ve Afrika ülkelerindeki bu okullara elit ve üst düzey kesimin çocuklarını gönderdiği bir sır değil. Bir zamanlar 'namlı şanlı' politikacılarımızın bu okulları övmek için birbirleriyle yarış ettiğini hepimiz biliyoruz. Yine de eski AKP'li milletvekilinin bu soruya yanıtı ne olacak diye merak etmedim değil! Çetin'in dudaklarında önce hafif bir gülümseme belirdi. Genç kıza haklı olduğunu söyledikten sonra: "Yurtdışındaki Gülen okullarına talep çok," diye konuştu. "Okula ancak sınavla öğrenci alınıyor. Tabii elit öğrencilerin bu sınavı kazanması çok doğal. Bu okullara en başarılı öğrenciler alınıyor." Sonra ilginç bir örnek verdi. "Bakın, bir sütçü beygiri vardır, bir de yarış atı. Sütçü beygiri kapıdan kapıya gider, beş metrede bir durur. Yarış atı ise ok gibi fırlar ve hızla hedefe ulaşır. Siz olsanız hangisini alırsınız?" Tesettürsüz genç kadın, sanırım Alman'dı, yanıt vermedi. Sustu. Çetin: "Genç nesli aydınlatmak bizim görevimiz!" sözleriyle konuşmasını bitirdi.

Bir süredir tanıştığımız, Almanya'daki ve yurt dışındaki Gülen okullarıyla 'ışık evleri' üzerine bilimsel çalışmaları olan bir Alman etnoloğu bu toplantının ardından aradım ve Çetin'in söylediklerini aktardım. "Haklı," oldu ilk sözü. "Özellikle Afrika ve Asya ülkelerindeki Gülen okullarına aileleri zengin olan elit öğrenciler alınıyor." Etnolog tanış 'ışık evleri' için de şöyle konuştu. "En çok Berlin'de etkinler. Başkentte yirmi beş civarında 'ışık evi' var." Söylediğine göre bunlardan on altısında kızlar kalıyormuş! "İdeolojilerine yakın olanlarını ağabeyler ve ablalar akşam sohbet toplantılarında ve ortak gezilerde yanlarına çekiyor." Bir süre önce aynı soruyu Berlin'in tanınmış cemaatçilerinden, üniversite yıllarında bir 'ışık evi'nde kaldığını, yöneticisi olduğu FID adlı derneğin onur başkanlığını Gülen'in yaptığını her yerde övünerek anlatan Ercan Karakoyun'a da sormuştum. Yanıtı pek doyurucu olmamıştı: "Sayılarını bilmiyorum..." Berlin'de bu yıl kurulan Diyalog ve Eğitim Vakfı'nın da başına geçen Karakoyun bir kaç yıl önce "Gülen Hareketi Almanya'nın Şansı" başlıklı yazısıyla dikkatimi çekmişti. 2010 yılında Münih'in çok görkemli bir salonunda düzenlenen "Müslümanlar yola çıktı" adlı Gülen konferansında yaptığı, ancak tümünü not edemediğim konuşma metnini yollama ricamı "Siz Hocaefendi'yi eleşitiren yazılar kaleme alıyorsunuz" diyerek redetmişti. Geçmiş yıllarda olduğu gibi bugün de cemaatçı kuruluşlardan doyurucu bilgi almak pek kolay değil. Ya sorularınıza hiç yanıt vermiyorlar, ya da "niçin soruyorsunuz?" dedikten sonra kısa bir yanıtla geçiştiriyorlar. Gülen'i Almanlara her fırsatta "Türk bilim adamı" diye lanse eden cemaatçilerin 2014'de kurduğu Diyalog ve Eğitim Vakfı'nın internet sitesi 'diyalog, tolerans, karşılıklı anlayış, düşünce ve din özgrlüğü, demokrasi, barış, kadın ve erkek eşitliği' gibi güzel sözcüklerle dolu. Hocaefendi'nin vakfın açılış törenine yolladığı mektup Zaman'da yayınlandı: "…Hakiki insan bir muhabbet adamıdır. O herkese ve her şeye şefkatle yaklaşır. Çocukları geleceğin tomurcukları gibi okşar ve koklar. Gençlere yüksek hedefler göstererek onlara ideal insan olmalarını salıklar. Yaşlıları en içten bir saygı ve hürmetle onore eder. Herkese karşı mutlaka bir diyalog yolu araştırır ve engin vicdanında her insana bir yer ayrılır."

Gülenci kuruluşların danışma kurullarına aldıkları, konferanslara çağırdıkları bilim adamları, politikacılar, gazeteciler, profesörler var. Son aylarda Alman medyasında çıkan Gülen hareketini eleştiren yüzlerce yazıyı, değişik TV kanallarının Gülen olayına eleştirisel eğilmesini, verilen soru önergelerini bu 'uzman danışmanlar' - bir kaçı dışında - pek ciddiye almadı. Görüşlerini sorduklarımız hareketin çalışmalarını onayladıklarını söyleyip, görevlerine devam ettiler. Almanya'nın ünlü bir üniversitesinde ders veren bir profesörün: "Gülen hareketinin yaptığı 'Säkulare Prophetie' (dünyevi kehanet)" açıklaması çok ilginç! O zaman Hocaefendi de 'dünyevi kahin' mi oluyor? Bu gibi konular da başka bir yazıya kalsın...

www.ahmet-arpad.de

17 Ağustos 2014

'Tehlike çok büyük'

Cumhuriyet, 17 Ağustos 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Yarım milyonluk nüfusunun üçte biri yabancı olan Stuttgart'ta 3 bin sert uyuşturucu bağımlısı var. Bunların yüzde otuzundan fazlası da yabancı kökenli. 'Release' uyuşturucu kullananlarla ilgilenen, onlara yardım elini uzatan özel bir kuruluş. Uzun yıllardır tanıdığım Faruk Özkan Release'in bir elemanı. Görev alanına "bizimkiler" giriyor. Faruk onlarla doğrudan ilişki kuruyor. Türk bağımlının güvenini kazandıktan sonra onu uyuşturucunun zararları üzerine bilgilendiriyor, psikososyal alanda eşlik ediyor, terapi ve tedavisinde destek veriyor. Ailesi ile tanışıp, bağlantı kurabilmesi tedaviyi kolaylaştırıyor. Türk derneklerinde, çağırırlarsa camilerde uyuşturucu seminerleri de veriyor.

Almanya'nın 1990'lı yıllardan bu yana geçirdiği toplumsal değişim ülkede sorunları arttırdı, insanların yaşamını giderek zorlaştırdı. Eğitim geriledi, işsizlik hızla arttı, bireyin geliri azaldı, fakirlik doruğa fırladı. Böyle bir ortamda depresyona giren çoğu insan kendini içkiye veya uyuşturucuya verdi. Son yıllarda da adına kısaca Crystal Meth (Kristal Methamphetamin) denen uyuşturucu türü hızla 'piyasaya girdi'. Geçenlerde Federal Emniyet Teşkilatı ve Alman hükümetinin uyuşturucu ile mücadele sorumlusu Marlene Mortler tarafından açıklanan bir rapora göre düşük fiyatlara satılan madde, vücutta ciddi hasara yol açabiliyor. 2013 yılı içinde toplam 77 kilo Crystal Meth ele geçirilmiş. Çek Cumhuriyeti, Crystal Meth'in üretilip, pazarlandığı komşu ülke. Orada "Asya pazarı" denen açık pazarlarda söz konusu uyuşturucu madde gramı 20 Avro'nun altında temin edilebiliyor. AB üyesi ülkeler arasında sınırların kaldırılmış olması bu uyuşturucuyla savaşı zorlaştırıyor.

Release'in iki ay önce kent merkezinde taşındığı yeni binada Faruk Özkan ve tanışı Aysel Gönül'le yaptığımız sohbette ağırlık tabii 'insanlarımız'. Erkek kardeşi uzun süre önce uyuşturucu bağımlısı olan Aysel yanına annesini almış, Release'in de desteği ile Stuttgart'ta "Kendi kendine yardım grubu"nu kurmuşlar. Fikir alış-verişi yaptıkları, herkesin sorunlarından söz ettiği toplantılarda sadece çocukları esrar ve kokain bağımlısı olan Türk aileler bir araya geliyor. Şu ilkelerden yola çıkmışlar: "Sorunlu çocuğa karşı ilgimizi esirgememeliyiz, uzmanlardan yardım istemeliyiz, utanç duygusunu öne sürerek çözüm aramaktan çekinmeyelim, iş işten geçti demeyelim.." Release'in de desteği ile Aysel'in kardeşi şu sıralar iyileşme yolunda.

Almanya'da toplumsal sorunların son yirmi yılda artması insanların geleceğe olan güvenini azattı. Yabancıların da uyumu giderek zorlaştı. İki kültür arasında kalan bura doğumlu gençlerimiz sürekli geleceklerinden ümitsiz. Özellikle ergenlik çağında ailesinin tutucu baskısından kurtulamayan, 18'ine gelmeden kötü yola düşüyor. Burada doğmuş üçüncü nesil gençlerimiz giderek daha çok uyuşturucu bağımlısı oluyor. Faruk Özkan'a danışmaya gelenler arasında orta yaşlı ve yaşlı Türkler de var. Bu yaş gruplarının sorunu içki, ilaç ve kumar bağımlılığı. Uzun süre işsiz kalan, yaşlılığında yalnızlaşan insanlarımız kolay bağımlı olabiliyor. Sosyal pedagog Faruk Özkan'ın söylediğine göre, "ithal damat" olarak Türkiye'den Almanya'ya gelip de, bir süre sonra bu ülkede doğmuş büyümüş, başı açık, özgür eşinin aile yaşamına ayak uyduramayan "Anadolu çocukları" da az değil.

Faruk'la Aysel'e Cumhuriyet'in bir süre önce sentetik uyuşturucu bonzai konusunu ele aldığını söylüyorum. "Bonzai burada da biliniyor," diyorlar. "Ancak değişik otların sentetik maddelerle karışımından oluşan bonzai sorununun altından yetkililer kalkamıyor." Ayık Yaşamda Buluşalım Derneği Başkanı Yavuz Tufan Koçak Cumhuriyet'e yaptığı açıklamada: "Bizim kayıtlarımıza göre 300 kişi bir ay içinde bonzaiden öldü," demişti. "Gerçek kayıtlar ortaya çıkmıyor. Tehlike çok büyük!" Psikiyatrist Arif Verimli de şunu öneriyor: "Başbakana bağlı Uyuşturucu Müsteşarlığı kurulması gerekmektedir".

Release'in uzmanlarından Bernd Klenk'in açıklamasına göre danışmaya gelen gençlerin sayısı son on yılda üçe katlanmış. Almanya'da esrarın yanısıra hızla yayılan Crystal Meth'in ana maddesi Metamfetamin ilk olarak 1919 yılında Japon kimyacı Akira Ogata tarafından sentez edilmiş. Naziler II. Dünya Savaşı'nda askerlerin uyanık kalması için. yoğun olarak kullanmış. Kokain ve eroinden üç kat daha güçlü, insanı kısa sürede yaşayan bir ölüye dönüştürüyor. Bütün uyuşturucular Crystal Meth'in yanında masum kalıyor!

www.ahmet-arpad.de

20 Temmuz 2014

Gerçeküstü bir dünyanın aç insanları

CUMHURİYET, 20 Temmuz 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Tübingenli Stefanie Siebert bir "kumaş artisti". Onu tanıyalı 7-8 yıl oluyor. Stuttgart'ın güneyindeki Reutlingen'de bir sergi açmıştı. Çok değişik, o güne dek hiç görmediğim bir sergiydi. Stefanie Siebert yüzlerce metre kumaş çeşidinden, yıllarca çalışarak insan boyunda bebek insanlar yaratıyor. Şu ana dek yüze yakın figüre yaşam vermiş!. “Onlar benim dünyam,” diyor. Çünkü neredeyse gece-gündüz birlikte yaşıyorlar. Büyük bir aile, Stefanie Siebert ve bebekleri. Yıllardır kendine büyük bir mekan arıyordu. Sonunda, geçen mayıs ayında, Tübingen yakınlarında şirin kasaba Haigerloch'da tarihi Schwanen otelini satın aldı. Birkaç aydır otelin salonları, katları, odaları onun insanlarıyla dolu! Yıllar önce Reutlingen'deki sergide görmüş olduğum smokinli erkeklerle şık tuvaletli kadınların bazıları burada da karşıma çıkıyor. Çoğu yaşını başını almış, suratlar kırışmış, yanaklar sarkmış, gerdanlar çifte, burunlar düşmüş, bakışlar tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık. Bolluk içindeki bir toplumun bu üst sınıf insanlarının dünya umurunda değil. Sizi kurgu bir dünyaya alıp, götürüyorlar.Onlar gözünüzün içine bakıyor. Her an konuşacaklar, size bir şey söyleyecekler!

Stefanie Siebert'in Haigerloch'daki sergisinde her salonda başka başka tiplerle karşılaşıyorsunuz. Bir salonda yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı kocaman ağzını açmış sonuna kadar şarkılar söylüyor. Suratları kat kat boyalı kadınlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken, erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli, ağır mı ağır. Başka bir salonda masa başına oturmuş köylü giysili kadınlarla, kısa deri pantalonlu erkekler sosisler yiyip, bira içiyor. Birinin üzerinde frak, yakalarında altın salyangozlar, sosisler sallanıyor. Başka bir köşeden dev bir örümcek geliyor. Gerçeküstü bir dünyanın insanları yaşıyor Schwanen Oteli'nin salon ve odalarında. İnsanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi sentetik pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık styropor taneleri. Stefanie Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor.

Bayan Siebert'e, bütün bunları başarmak için sadece sanatçı olmanın yetmeyeceğini söylüyorum. İdealist olmak da gerekli. "Evet" diyor biraz düşünceli. "El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır insanlarımla ortak yaşamımda bana hep eşlik etti." Tam 33 yıldır... Okul yıllarında el işi dersinden hep düşük not alan Stefanie Siebert dikişe gençliğinde başlamış. Yarattığı “insanlar”la yıllarca kent kent gezmiş, büyük mağazaların vitrinlerinde, galerilerde, kütüphanelerde, tarihi saraylarda sergilemiş, görenleri hayrete düşürmüş, onları yarattığı 'insanlara' hayran bırakmış.

"Gördüğünüz insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Makinemi pek kullanmam. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor." "Kullandığım her şey yumuşak olmalı. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına... Kumaştan sonra en önemli madde sentetik pamuk." İnsanlarını onunla dolduruyor. "Canlandırdığım erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kellifelli kimseler" diye anlatıyor, dudaklarında bir gülümseme.  "Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamlarını sürdüren hep keyifli kişiler."  Ziyafet masasında oturanlar keyifli ve de aç. Gülüp konuşanlar, siyah havyara kaşık daldıranlar, kuşkonmazı elle yiyenler, karşısındaki hovarda suratlı zengin ihtiyara göz kırpan hanımlar. Başka bir masada tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, haşlanmış domuz başı, salamlar, sosisler... Posbıyıklı garson, elinde şampanya şisesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli. Ahçılar davetlilere leziz yemekler yetiştirmeye çalışıyor.

Stuttgart'a bir saat uzakta, Eyach boğazında bir yamaca yaslanmış şirin kasaba Haigerloch'un gizemli bir geçmişi var! Saltanatlarının son aylarında Naziler bu yörede atom bombası üzerine başarısız çalışmalar yapmış. Tarihi sarayın altında kayalara oyulmuş, orta çağdan kalma bölmeleri Hitler'in atom fizikçileri laboratuvar olarak kullanmış.

www.ahmet-arpad.de

22 Haziran 2014

Küçük Mehmet'in büyük dükkânı

Cumhuriyet, 22 Haziran 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Mehmet Sarıtaş bütün gün koşuşturup duruyor. Weiler'deki evinden sabahın köründe çıkıyor, 20 kilometre ötedeki Stuttgart sebze haline gidiyor, çabucak alış verişini yaptıktan sonra arabasına sandıkları yükleyip, tekrar Weiler'e dönüyor. Hemen mavi önlüğünü takıp, getirdiği sandıkları açıyor, taze sebze ve meyveleri tezgahlara yerleştiriyor. Ardından dükkânın içinde dolaşıp, her sabahki kontrolünü yapıyor, bakıyor her şey yerli yerinde mi diye. Ne de olsa Mehmet marketinde dört bine yakın değişik mal satıyor. Sebze, meyve, ekmek, süt, tereyağ, baharat, her çeşit temizlik malzemesi, şarabından birasına değişik içkiler... Sizin anlayacağınız küçük Mehmet'in büyük dükkânında yok yok! Niçin mi küçük? Mehmet Sarıtaş 1,48 boyunda ve çalışkan mı çalışkan. Pazar dışında her gün çalışıyor. Sabahın dört buçuğunda başlıyor koşuşturması. Yorgunluk nedir bilmiyor. Sabah yedide girdiği dükkândan akşam sekizde çıkıyor. Dediğine göre yılda bir hafta izin yapıyor. "Ben burasını açık tutmazsam ne yapar kasabalılar?" diyor. "Hele yaşlılar nereden alış veriş yapar?"

Mehmet Sarıtaş küçük kasaba Weiler'e on altı yaşında gelmiş annesiyle. 1985 yılında. İnşaatlarda babasının yanında iş bulmuş. Önceleri basit işçi olarak. Kısa sürede çalışkanlığı ile dikkati çekmiş, "ustalaşmış". Para kazanmak uğruna okula gitmemiş. Arada sırada o yıllarda burayı işleten yaşlı Alman'a yardım etmiş ve on yıl sonra da, yirmi altısında, amcasının da desteği ile dükkânı devralmış. Aradan on sekiz yıl geçmiş. Canla başla çalışan, her müşterisine nazik davranan, alış verişe gelemeyen kimi hastaya, yaşlıya siparişlerini evine götüren güleryüzlü Mehmet'i Weiler'de tanımayan yok. Çoğu kasabalı sebze ve meyvesini ondan alıyor. Çünkü sattıkları hergün taze. "Kendi yemeyeceğim şeyi ben müşterime satamam," diyor. "Muzları elmalarla yanyana koyarsan çabuk olgunlaşırlar..."

Bir kaç yıl önce aniden hastalanıyor, kendini bitkin, tükenmiş hissediyor. Doktor doktor geziyor. "Başarılı bir tedavinin ardından tüm yaşamımı değiştirdim," diye anlatıyor. Dükkân boş, depodan getirdiği sandıktan salataları tezgaha yerleştiriyor. "Yaşamın tadına varmalısın, dedim kendi kendime". O günlerde müşterilerinden birinin önerisi üzerine Mehmet yüzme öğreniyor. Şimdi haftada iki gün yakındaki kapalı havuza gidiyor. "Arada sıra ailemle yemeğe çıkıyoruz," diye mırıldanıyor bakışları tezgahtaki sebzelerde. "Onları sirke de götürdüm Stuttgart'a. Bir güzel eğlendik." Mehmet elinden gelse, daha doğrusu daha büyük bir yer bulabilse dükkânı büyütecek. Müşterilerine İtalyan ve Türk gıda malzemeleri de satacak. Fakat Weiler kasabasının merkezinde ona göre bir yer yok. Büyük klilisenin yanıbaşındaki dükkânında işine devam edecek. Hem banka, lokanta, eczane, terzi az ötede. Kasabalının ayağı alışmış bu sokaklara. Weiler kaymakamı Klaus Beck'in kısa süre önce yerel bir gazeteye: "Mehmet Sarıtaş olmasaydı insanlarımız ne yapardı?" dediğini anlatıyor gülümseyerek. Günün birinde çevreye dev bir mağaza gelse bile hiç umurunda değil. Müşterilerine güveniyor. "Onlar hep benden alış veriş yapacaklardır... Önemli olan namuslu olmak!"

www.ahmet-arpad.de

1 Haziran 2014

"Neonaziler merhamet nedir bilmeyen yaratıklar"

Cumhuriyet, 1 Haziran 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Bundan 3 yıl önceydi... Stuttgart'ın şirin kasabalarından Winterbach'da yabancı kökenli dokuz genç bir akşam bahçelerinde toplanmıştı. Sekizi Türk, biri İtalyan gençler eğlenirlerken yakındaki bir bahçede doğum günü partisi yapan aşırı sağcı bir grup üzerlerine saldırdı. Dövmeye başladılar. Gençlerden altısı bahçenin bir köşesindeki tahta kulübeye sığındı. Öfkeli saldırganlar bu kez kulübeyi ateşe verdi. Gençler son anda kulübenin arka duvarını parçalayarak kendilerini dışarı attılar, yanıp ölmekten kurtuldular. Aradan zaman geçti, yöreli oldukları belirlenen bazı aşırı sağcılar yakalandı. Dava açıldı, karara bağlandı, saldırganlar temyiz ettiler, ikinci kez yargıç karşısına çıkarıldılar. Bu kez adam öldürmeğe değil, yaralamağa teşebbüsten dava açıldı. Kulübeyi kimlerin ateşe vermiş olduğunun kesinlikle kanıtlanmadığını savunan avukatlar tekrar itiraz ettiler. Winterbachlı aşırı sağcılar yeniden yargıç karşısında, dava şu sıra sürüp gidiyor. Alman televizyonuna açıklama yapan bir Türk baba: "Burada korkuyoruz!" diye konuştu. Ne de olsa Winterbach ve çevresi güney Almanya'da neonazilerin etkin olduğu yörelerden biri.


Avrupa Birliği'nin lokomotifi Almanya nedense bir türlü kurtulamıyor yabancı düşmanı şu faşistlerden! Bir rastlantı sonucu doğu Almanya'da 2011 yılında ortaya çıkan neonazi NSU grubunun 2000-2006 yılları arasında biri Yunan, sekizi Türk, yabancı kökenli dokuz insanı öldürmesinin ardından Alman makamlarının yıllarca yanlış iz sürdürdüğü, çoğu cinayetin ardından Türkleri suçladığı tam bir yıl önce Münih'te başlayan, bugüne kadar yüz on beş duruşmayı geride bırakan ve Ocak 2015'e kadar sürmesi beklenen dev davada iyice ortaya çıktı. Alman iç istihbaratına 2002 yılına kadar muhbirlik yapan bir kişi Der Spiegel dergisine üç ay önce yaptığı açıklamada cinayetlerden sorumlu tutulan üç NSU üyesini daha 1998 yılında Anayasayı Koruma Teşkilatı'na ihbar ettiğini, ancak yetkililerin bu ihbarı değerlendirmediğini söyledi. Eski muhbirin bu sözlerinin kanıtlaması mümkün değil, çünkü dosya bu arada imha edilmiş! NSU terör örgütünden Mundlos ile Bönhardt'ın 2011 kasımında intiharının ardından eşyaları arasında bulunan tabancayla dört yıl önce Heilbronn'da Alman kadın polisi Kiesewetter'in de öldürüldüğünün kanıtlanmış olması kafaları iyice karıştırmıştı. 

Münih'teki davada, NSU üçlüsünün 2000 yılında öldürdüğü Enver Şimşek'in ailesinin Stuttgartlı avukatı Jens Rabe cinayetlerin kovuşturmasından sorumlu hemen hemen tüm makamların daha ilk günden yanlış iz sürmüş olduğunu açık açık söylüyor. Ancak burada önemli olan şu soru: Bu bilinçli bir hata mıydı, yoksa beceriksizlik miydi? Niçin sorumlu makamlar arasındaki iletişim çoğu kez yetersiz kalmıştı? Yetkililer daha ilk günden cinayetler için "Türk mafyası arasındaki bir iç hesaplaşma" demişti. Bu kanıdan yola çıkmışlar, yıllarca yanlış izlerin peşinden gitmişlerdi. Avukat Rabe: "Bunda soruşturma makamlarının yabancı kökenlilere karşı olan önyargısı kanımca önemli bir rol oynadı" diyor. Merkel hükümetinin oluşturduğu meclis araştırma komisyonu sekiz bin dosyayı inceledikten, yüz kadar tanığı dinledikten sonra NSU olayı ile ilgilenmiş tüm makamların yıllarca savsak çalışmış olduğunu açıkladı. Bin sayfalık raporu hükümete sunan komisyon başkanın şu açıklaması önemli: "Ülkemizde gittikçe saldırgan olmaya başlayan aşırı sağcılar karşısında Alman güvenlik güçleri yetersiz kalıyor." Müdahil avukatları bu raporu yine de eleştirdiler, ‘kurumsal ırkçılık' sorununa hiç yer yerilmediğini belirttiler. Terör üçlüsünün 1999-2006 yılları arasında değişik doğu Alman kentlerinde on dört banka soygu gerçekleştirdiği ve bu soygunlardan yaklaşık yarım milyon Avro elde ettikleri de dava öncesinde ortaya çıkarılmıştı.

Winterbach'da Neonazilerin ateşe verdiği tahta kulübede diri diri yanmaktan son saniyede kurtulmayı başaran gençlerden üçü kardeşti. En büyükleri Fikret ve babasıyla Stuttgart'ta bir araya geliyoruz. Sohbetimiz sırasında hemen belli oluyor, aradan üç yıl geçmesine karşın hâlâ o inanılmaz olayın etkisindeler. "Aile yaşamımız alt üst oldu, geleceğimizden emin değiliz," diyor baba. Sözleri, NSU cinayetlerinde babalarını, kocalarını yitiren Türklerin ağzından çıkan sözleri ne kadar da andırıyor. "Olayın günün birinde unutulmasından korkuyoruz... Vatandaşı olduğumuz, kırk yıldır yaşadığımız bu ülke bizleri tek başımıza bırakıyor... Neonaziler insan değil, onlar merhamet nedir bilmeyen yaratıklar..." Fikret'le bir kaç kez daha bir araya geldim. Anlattıkları yakında başka bir pazar yazısına konu olacak...

www.ahmet-arpad.de

31 Mayıs 2014

Erich Maria Remarque - Militarizm karşıtı bir yazar

Die Gaste, Mayıs 2014
AHMET ARPAD

Bundan 85 yıl önce, 31 Ocak 1929 tarihinde Berlinli Ullstein şirketler grubunun Propylaen Yayınevi'nde ilk kez basılan "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" romanının 20. yüzyılın en başarılı eseri olacağını o günlerde ne yazarı Erich Maria Remarque, ne de yayıncı düşünden bile geçirebiliyordu. 1930 yılında Amerika'da beyazperdeye uyarlanmış, elli dile çevrilmiş, yirmi milyon baskı yapmış olan bu roman geçen yüzyılın ilk ve en başarılı savaş karşıtı eseridir. Remarque Ullstein'dan önce elinde müsveddler kapı kapı gezmiş, ilk romanını basacak bir yayınevi aramıştı!

"Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" ilk altı ayda yarım milyon satar. Piyasaya verilmesinden on iki ay sonra tirajı bir milyona ulaşır. Remarque bu eseriyle Birinci Dünya Savaşı'nın yaralarını on yıl sonra bile bir türlü saramamış Weimar Cumhuriyeti insanlarını yüreğinden vurmuştu. Okurları savaşla tramva geçirmiş, ruhsal dengesini yitirmiş, çökmüş bireylerdi. Remarque da onlardan biriydi. 19 yaşında cepheye sürülmüş, ağır yaralı olarak bir yılını askeri hastanelerin koğuşlarında geçirmişti. "Ben bu eserimle şikayet etmekten çok, savaşta bir neslin yitirilmiş olduğuna toplumun dikkatini çekmek istiyorum...." diyen Remarque'ın anlattıkları gerçektir, kendinin ve cephe arkadaşlarının yaşadıklarına dayanır. Carl Zuckmayer: "Bu roman Bilinmeyen Asker'e dikilmiş bir anıttır," der. "Remarque'ın eseri yaşamlarını yitirmiş yüz binlerce genç askerin kalıtıdır... Onu milyonlar okuyacaktır." 20. yüzyılın ilk yarısında toplumsal eleştiri içeren romanlarıyla ünlenen yazar Leonhard Frank'ın şu sözleri de önemlidir: "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok gibi bir eser ancak yüzyılda bir yazılır!"

Ancak 1933'de Almanya'da yönetime el koyan Naziler halkın bu gibi aydınlatıcı romanları okumasına karşıydı. 10 Mayıs 1933 günü Berlin Üniversitesi önündeki alanda Nazilerin ateşe attığı binlerce kitap arasında Remarque'in, ''Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'' ve ''Dönüş Yolu'' romanları da vardı.  Remarque Alman vatandaşlığında çıkarıldı. 1933'lerin kahverengi gömlekli iktidarı onu ve romanlarını kendilerine engel görmeye başlamıştı. Çünkü genç yaşta ünlenen yazar, yüzyıllardır Cermen efsaneleri ve masalımsı yiğitlik örnekleriyle yetiştirilmiş sıradan Alman halkına savaşın yersizliğini, kötülüklerini herkesin anlayacağı apaçık gerçekler olarak haykırıyordu. Eserlerine edebiyatçılar ve büyük tenkitçiler dudak bükseler de, insanlar Remarque'i okuyor ve savaşın ne olduğunu, savaştan kimlerin yararlandığını anlamaya başlıyordu.

Remaque ülkesini terk etti ve otuz yıla yakın bir süre de Almanya'ya dönmedi. İtalyan İsviçresi'nin Laggo Maggiore kıyısındaki Porto Ronco'da 1929 yılında satın almış olduğu villasına yerleşti. Üçüncü romanı, ''Hayat Kıvılcımı" 1938'de Hollanda'da basıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika'ya yerleşti ve Avrupa'ya tekrar barış gelene kadar da orada kaldı. 1947'de Birleşik Amerika Deevletleri yurttaşı oldu. Dördüncü romanı ''İnsanları Seveceksin'' 1941'de İsveç'te yayımlandı. Savaş nedeniyle on binlerce insan Almanya'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Çoğu tüm varını yoğunu, çocuğunu, hayat arkadaşını geride bırakmıştı. ''İnsanları Seveceksin'' romanı o insanların yürekler acısı durumlarını yepyeni bir Remarque anlatımı ve roman tekniği ile ele alır.

22 Haziran 1898 günü Almanya'nın Osnabrück kentinde doğdu. Babası Peter Remark bir basımevi ustasıydı. Osnabrück arşivlerindeki nüfus kayıtlarına göre aile 17. yüzyılda Fransa'da büyük ihtilal sırasında katoliklere yapılan baskılar nedeniyle Almanya'ya göç etmişti. Önceleri, ''Remarque'' diye yazdıkları soyadlarını Almancalaştırmışlardı. Erich Remark'ın Elfrlede ve Erna adında iki kız kardeşi vardı. 1903 doğumlu Elfriede 1943'de Nazilerce politika suçlusu diye tutuklanıp, idam edilmiştir. Erich ilkokuldan sonra Katolik papaz-öğretmen okuluna verildi. Zeki ve yetenekliydi. Anlatılanı hemen kavrayan Erich sınıfının en iyi öğrencileri arasındaydı. Çok iyi piyano ve org çalıyor, Knut Hamsun, Jack London, R.M. Rilke, Franz Werfel, Schopenhauer, Nietzche, Balzac, Romain Rolland, Flaubert, Stendal, Marcel Proust'un eserlerini okuyordu. 1916 yılında askere alındı. O günlerde tüm arkadaşları da savaşa yollanmıştı. 1917'de cephede tel döşerken ağır yaralandı. Savaşın bitimiyle Remark yeniden okul sıralarına döndü. Yakın arkadaşlarından Josef Witt o günlerin Remark'ından şöyle söz eder: ''Katıldığımız kurslarda sık sık nutuk atardı. O günlere göre aşırı şeylerden söz ederdi. Fakat öne sürdükleri içinde yaşadığımız ortamda ileri düşünceler olduğu için öğretmenlerimiz bile onu ilgiyle dinlerdi. Yirmi yaşına göre çok şık da giyinirdi. Panama şapkası ve güzel köpeğiyle dolaşırken tüm gözler ona çevrilirdi. ‘Hayatta ilerlemek istiyorsan dış görünüşüne büyük önem vermelisin!' demişti bana bir gün."

Erich Remark'ın genel kültürünü genişletmeye karşı sonsuz bir eğilimi vardı. Çok okuyor, yüksek okulda konferanslara gidiyor, ilginç tiyatro oyunlarını senfoni ve oda müziği konserlerini kaçırmıyordu. 1919 Haziran'ında okulu bitirdi ve öğretmen diplomasını aldı. Hemen göreve başladı. Ancak öğretmen Remark altı ay sonra Osnabrück makamlarına jurnal edildi. Kızıl ayaklanmalara katıldığı ileri sürülüyordu. Kurulan komisyon Remark'ın başka bir okulda göreve yollanmasına karar verdi. Fakat orada da, okul işlerine karışmaya kalkan bir papazla takıştı. 1920'nin Aralık ayında öğretmenlikten istifa etti. Çeşitli işler yaptı. Elinde çanta, kumaş satmayı denedi. Sonra bir mezar taşçısının yanına girdi. Hatta bir ara bir akıl hastanesinde org çalıp para kazandı. Geçim sıkıntısı yakasını bırakmıyordu. 1922'de büyük bir lastik fabrikasının reklam ve yayın işleri görevine getirilmesiyle rahatladı. Oldukça iyi para kazanıyor, geziyor, değişik çevrelerle ve insanlarla çalışıyor, edebiyat çalışmalarına da zaman ayırabiliyordu. Hannover'e taşındı. Yaşamında yeni bir adım atarken Erich Remark adını bıraktı, Erich Maria Remarque oldu.

Erich Maria Remarque 1939'da Birleşik Amerika'ya gittikten sonra yarattıklarıyla "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"u aşmasını başarmıştır. Hemingway'in etkisinde kalarak, roman yazarlığı tekniğini geliştirmiştir. Ancak o edebiyat tarihçileri ve büyük okur yığınları için her zaman "Batı Cephesi..."nin yazarı olarak kalmıştır. İlginçtir, Alman edebiyat çevreleri Remarque'ın romanlarına çoğu kez mesafeli durmuş, hatta onları küçümsemiştir. Onu büyük bir Alman edebiyatçısı olarak övenler daha çok yabancı edebiyat eleştirmenleridir. Ünlü yazarın: "Ülkemiz yazarları eserlerinde bir düşün uğrunda açıkça yan tutabilmek için gerekli süreklilikten yoksunlar" sözleri üzerinde durulması gereken bir görüştür. "Okurların, basının ya da iş başındakilerin hoşuna gitmemekten, sevilmemekten korkuyorlar. Bundan yanlış bir tutum olamaz..." görüşünü ileri süren ünlü yazar ilerde savaş sonrası Almanyası'ndan şöyle söz etmiştir: "Kaygılıyım. Eski Nazi ruhuna şurada burada tek tük de olsa rastlanıyor. Uyanık olmak, dikkatle izlemek gerekiyor..."  Remarque'a göre genç neslin de ana babalarının bir zamanlar ne suçlar işlediğini çok iyi öğrenmesi gerekir. „Bugün ülkede iktisat, politika ve hukuk alanlarında önemli yerlerde eski Nazilerin görev almasına da aklım ermiyor, beni rahatsız ediyoror. Eski pislikler örtmekle yok edilmez..."

Remarque'ın amacı küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığını kavramasıdır. O savaşa karşı sadece kalemiyle savaştı, militarizmi hep eleştirdi, çıkarları adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanları boğazlamasını bütün yürekliliğle yerdi. Remarque'a göre insanlar arasında gerçek banş, savaşların her çeşidinin kötülenmesi. savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir. Remarque sorumluluğunu bilen bir yazar olarak bu görevini hep yerine getirdi. Savaşa karşı savaş açmış dünya yazarları arasında onun hâlâ ayrı bir yeri vardır...

Remarque'ın, I. Dünya Savaşı'ndaki bir grup askerin hikâyesini on dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden anlattığı „Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok", yayımlandığı günden bu yana, devamı niteliğinde olan Dönüş Yolu'yla birlikte tüm dünyada büyük ilgi görmeye devam etmekte. Canlı çarpışma sahnelerinin yanısıra savaşın gereksizliğinn vurgulandığı cephe arkası bölümleriyle de okuru içine hapseden roman, Yaşar Kemal'in sözleriyle "bugün de taptaze, bugün de her okuyucusu tarafından yeniden yeniden yaratılarak uyarıyor, direnme gücü veriyor."

Savaşın dehşetini, beraberinde getirdiği yıkımı, insanoğlunu birbirine nasıl yabancılaştırdığını birinci ağızdan, çarpıcı bir şekilde dile getiren Remarque, savaşla ilgili bildiğimizi sandığımız gerçekleri sorgulamamızı sağlarken, edebiyatın ne kadar güçlü ve ölümsüz bir kaynak olabileceğini de bir kez daha kanıtlar. Erich Maria Remarque ünlü eseri 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok' üzerine şöyle der: "O çağının bir belgesidir... İzlenimlerimden ortaya çıkmış, tecrübelerimle biçimlenmiş kişisel bir sorumluluk belgesi..."

Remarque, çağdaş Alman edebiyatının en son okunan, en çok övülen ve en çok hırpalanan yazarıdır. Romanları hem pek çok okunmuş, hem de sık sık yasaklanmıştır. 1933-1945 arasında Almanya ve İtalya'da, 1949-1953 arasında Sovyetler Birliği'nde ve tüm sosyalist ülkelerde. Remarque, günümüz Alman romanı üzerine görüşünü açıklarken: ''Alman yazarları eserlerinde bir düşün uğrunda açıkça yan tutabilmek için gerekli yüreklilikten yoksunlar'' demiştir. "Bundan yanlış bir tutum olamaz..."

Remarque çok sevilmesini gereken bir yazardır! Savaşa karşı sadece kalemiyle ömrü boyunca savaştığı, militarizmin her biçimini eleştirdiği, şu ya da bu çıkarcılar adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanların insanları boğazlamasını bütün yürekliliğiyle yerdiği için. Çünkü insanlar arasında gerçekten barış, savaşların her çeşidinin kötülenmesi, savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir. Remarque, sorumluluğunu bilen namuslu bir yazar olarak bunu kırk yılı aşkın bir süre yaptı. Savaşa karşı savaş açmış dünya yazarları arasında Erich Maria Remarque'ın ayrı bir yeri vardır. Yazar romanlarında savaşı gerçek yüzüyle anlatır. Yalın, süslemesiz bir anlatımla. Okul sıralarından koparılıp cepheye, korkunç ölümlere itilmiş gencecik insanlar, ilk anların sersemliğinden kısa sürede kurtulunca, acı gerçekleri görürler. Yurt sevgisi, milliyetçilik sözlerinin abartmasıyla kısa sürede toparlanırlar, nasıl da aldatılmış olduklarını kavrarlar. Cepheden canını kurtarmış genç askerlerin savaş sonrası durumları daha da acıdır.

1970 yılının Eylül ayında İsviçre'de bir hastanede öldüğünde yetmiş iki yaşındaydı. Arkasında on bir roman, bir tiyatro oyunu ve 20. yüzyıl Alman edebiyatında hiç bir yazarın ulaşamadığı büyük bir ün bırakarak... Eserleri ile kanlı savaşlardan geçinen çirkin politikacılara seslenir, militaristlerin gerçek yüzünü ve barışın kutsallığını insanlar kavrasın, barış dolu bir dünya gerçekleşsin ister. Milliyetçilik yutturmacasıyla maskelenmiş Alman faşizminin içyüzünü Erich Maria Remarque romanlarında bütün çirkinliği ile gözler önüne serer. Savaş sonrası eleştirmenlerinin "Barış Savaşçısı" dediği ünlü yazar tüm eserlerinde militarizmi yerer...

27 Nisan 2014

"Bizler bu dünyanın vatansız insanlarıyız"

Cumhuriyet, 27.04.2014
BERLİN
AHMET ARPAD

Türkiye'ye, "Senin ülkende şu, bu, o etnik azınlıktır, kabul etmelisin!" diyen Avrupa Birliği üyesi Almanya, 600 yıldır birlikte yaşadığı, Hitler döneminde soykırımdan geçirdiği Yahudilerle Sinti ve Romanları azınlık olarak kabul etmeye yanaşmıyor. Nazi Almanyası'nda sadece 6 milyon Yahudi öldürülmemişti. Toplama kamplarında ve gaz odalarında yarım milyon da Sinti ve Roman yaşamını yitirmişti. Savaş sonrasının Alman politikacıları onlara da soykırım yapıldığını ancak 1979 yılına gelindiğinde kabullenmiş, Hitler'in ellerinden almış olduğu Alman vatandaşlığını da 1980'li yıllarda geri vermişti.

Hitler'in ‘çingene' dedi bu insanlar için Berlin'e bir soykırım anıtı yapılması kararı 90'lı yılların sonunda alınmıştı. Genç nesillere o ‘büyük cinayeti' anımsatması istenen anıt savaşın bitişinin 60. yılı olan 8 Mayıs 2005'te açılacaktı. Olmadı. Paris'te yaşayan İsrail doğumlu sanatçı Dani Karavan'ın tasarımı anıt 2012 yılında açılabildi. Berlin'de Federal Meclis yakınlarındaki yeşil alana, ağaçlar arasına yapılan küçük bir havuz, on iki metre çapında büyük bir su kabı! Zemini kara olduğu için suları hep kara görünüyor! Ortasındaki üçgen toplama kamplarına atılanların sol yakalarına takılan üçgeni anımsatıyor. Üzerinde hep taze bir çiçek duruyor. Kenarına gelen güvercinler, sincaplar susuzluklarını gideriyor. Havuzun çevresini kaplayan yer taşlarına nasyonal sosyalistlerin kıyım yaptığı kentlerin adları kazınmış. Hitler'in savaşı biteli neredeyse 70 yıl olacak, ancak özgür yaşamı seven, katı toplum kurallarını ise pek benimsemeyen Sinti ve Romanlar günümüz Almanyası‘nda hâlâ pek kabul görmüyor, ülkedeki ayrımcı ve yabancı düşmanı davranışlardan çok etkileniyorlar. Caz şarkıcısı Dotçi Reinhardt: "Bizler bu dünyanın vatansız insanlarıyız" diyor. Onları bir arada tutan tek şey ortak kültürleri ile dilleri. Son yıllarda doğudan batıya bir çok AB ülkesinde bu insanlar yine aşağılanıyor, sınırlar onlara kapatılıyor. Almanya Sinti ve Romanları Merkez Konseyi başkanı Romani Rose "Onlarca yıl sonra gerçekleştirilen bu anıt bir göstermelik olmasın" demişti açılışta. "Avrupa insanı üç maymunları oynamasın!"

Şimdi uzak geçmişe gidelim. Ancak konumuz yine aynı: Yabancı ülkelere sığınan insanlar! Yıllardan 1938. Semiha Güzelhisar ile evlenen Burhan Arpad günün birinde Osmanbey'deki evine kolunun altında bir karton kutuyla gelir. İçinde bir saat vardır. Koskocaman bir Karaormanlar saati! Onu Karaköy'deki ‘Alman saatçi' Emil Meyer'den almıştır. Oğlu da, torunu da yarım saatte bir yuvasından çıkıp, "guguk' diyen kuşun sesiyle büyür... Niçin mi geçmişi anımsadım. Bir yakın dost Berlin Anne Frank Merkezi'nin İnternet sitesine (http://www.annefrank.de/mensch/) göz atmamı önermişti kısa süre önce. Son yüz elli yılda Almanya ile Türkiye arasında göç etmiş binlerce insandan altısının alınyazısı filmler, belgeler ve yazılarla burada çok kapsamlı canlandırıyor... Johann Meyer 1876'da Berlin'den Sultan 2. Abdülhamit'in sarayına saatçıbaşı olarak gelir. Şehzadelerin, hanım sultanların, vekil ve nazırların, yüksek memur ve komutanların saatleriyle ilgilenir. Ancak saraydaki entrikalardan rahatsız olmaya başlayan Meyer 1878'de Yıldız'daki görevinden ayrılır. Fransızların inşa ettiği Tünel kısa süre önce açılmıştır. Meyer hemen Karaköy çıkışına çok yakın bir sokakta bir dükkanı devralır ve saatçilik mesleğine burada devam eder. Yıllar sonra, üniversiteye gittiğim yıllarda çevirmen olarak çalıştığım Heidelberg Baskı Makineleri temsilciliği de aynı sokaktaydı. Sahibi Willi Blümel'i 1935'de Yunus Nadi Cumhuriyet'in matbaasına getirtmişti. Herr Blümel 1984'deki ölümüne dek İstanbul'u hiç terk etmedi. Küçük Bebek'de denize sıfır evinde yaşadı. Aile dostumuzdu! Anne Frank Merkezi'nin belgeselinde 1900 İstanbul doğumlu Yahudi Leon Veissid, 15 yaşında öksüz kaldıktan sonra 1916'da Almanya'ya gelip, kundura ustası olan İstanbul doğumlu Ahmed Talib, kimya profesörü babasıyla 1935'de Türkiye'ye sığınan Yahudi asıllı Dorothea Brander, 1935 yılında Almanya'ya yerleşen, bu ülkede ünlenen opera sanatçısı Saadet Altan ve 1955'de İstanbullu bir Rumla evlenip ülkemize yerleşen ve bugün 89 yaşında hâlâ İstanbul'da yaşayan Alman asıllı Waltraud Hanopulos da var. Hitler'den kaçarak Atatürk Türkiyesi'nde 11 yıl yaşayan ünlü Ernst Reuter'in oğlu Edzard Reuter'e geçen buluşmamızda bu sergiden söz ettiğimde gülümseyerek "Dorothea ile Ankara'da aynı sınıftaydık" dedi. Türkiye onlar için bir ‘bekleme salonu'ydu. Hitler'in sonunu beklemişti yüzlerce Alman aydını ve bilim adamı Atatürk'ün ülkesinde..! Anne Frank ve ailesi ise aynı günlerde, bundan tam 70 yıl önce, 1944'de, saklandıkları evden alınmış, Auschwitz'in gaz odalarında öldürülmüştü. En son Berlin ziyaretimde gezdiğim Anne Frank Merkezi'nin salonları bu ailenin yaşamıyla dolu.

www.ahmet-arpad.de

6 Nisan 2014

Almanya soruyor: "Gülencilerin amacı ne?"

Cumhuriyet, 6 Nisan 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Etkinliğin yapılacağı salona girerken yanından geçtiğim masanın üzerinde duran Türkçe bir gazete dikkatimi çekiyor. Alıp, şöyle bir karıştırıyorum. Az sonra başlayacak etkinlik için tam sayfa ilan verilmiş: Alman-Türk Kültür Olimpiyatı! Ortasında kocaman bir fotoğraf, Alman yöresel giysili, siyah saçlı iki kızla, kısa deri pantalonlu sarışın bir oğlan çocuğu. Salona girerken yanıma Muammer Akın geliyor. 1997'den bu yana tanışıyoruz. Stuttgart'ta, Halil Şimşek Hoca'nın başını çektiği Gülen hareketinin temellerini atan gençlerden biriydi. Ayaküstü sohbetimizin ilk konusu Türkiye'de yaşananlar. Muammer, başbakanımıza öfkeli. Ona Erdoğan'ın şu sözlerini anımsatıyorum: "Bak Türkçe Olimpiyatları yapıyorlardı ne güzel. Artık bitti iş. Artık Türkçe olimpiyatları yapamazlar…" Muammer'in yanıtı: "O zaman biz de büyük finali Almanya'ya alırız!" oluyor. Şaka mı yapıyor, yoksa ciddi, mi, anlayamıyorum. Ve az sonra etkinlik başlıyor. Salonda iki bin kişi var. En ön sırada oturan bir kaç Alman yerel politikacının dışında hepsi de bizim vatandaş! Genç kızlarla, genç oğlanlar şarkılar, Anadolu türküleri, halk dansları, şiirler sunuyor. Hoparlörler sonuna kadar açılmış. Sunucu Ümit de konuşmuyor, bağırıyor. İzleyenleri coşturmak istediği belli. Az önceki etkinlik reklamında gördüğüm Alman yöresel giysili çocukları arıyor gözlerim. Yoklar. Çoğu başı kapalı kızların üzerindeki giysiler Anadolu'yu anımsatıyor gibi. Biraz tuhaf. Bir şiirle, bir şarkı dışında sunulanların tümü Türkçe. Çocuklar tutuk, disiplinli, vücutları kaskatı, gülümseyeni çok az. İçlerinde tek coşkulusu "Anadolu Benim" şarkısını söyleyen Elefterious Vassiliadis! Olimpiyat'ı düzenleyen Türk-Alman Eğitim Derneği sorum üzerine salon kirasının 16 bin Avro olduğunu açıkladı. Bir saat on beş dakikalık etkinlik için!

Almanya'da Gülen Hareketi konusuna son aylarda Der Spiegel ve Alman televizyonu ARD'nin yanısıra ülkenin tanınmış büyük gazeteleri de iyice el attılar. Özellikle Gülen hareketine sürekli eleştiriler yöneten ünlü Der Spiegel dergisinin Türkiye ve cemaat deneyimli yazarı Maxmilian Popp, Hareket'in Almanya'da İslami öğeleri ağırlıklı bir Türk milliyetçiliğine yöneldiğinin üzerine basıyor. Yaşamının üç yılını Türkiye'de geçirmiş, Bilgi Üniversitesi'nde uluslararası hukuk ve politika üzerine öğrenim görmüş olan Popp 2012'de Der Spiegel'de yayınladığı "Mayfa Babası" başlıklı 4 sayfalık yazısıyla cemaati öfkelendirdiği gibi bir çok Alman okurun da gözünü açmıştı. O günden bugüne cemaat ve Hocaefendi Alman medyasının ilgi odağı oldu. Hemen hemen hepsi de eleştirisel yazıların, haberlerin, filmlerin, radyo röportajlarının ardı arkası kesilmeyecek gibi. Gazeteciler okullarının, dersanelerinin, derneklerinin, öğrenci yurtlarının kapılarını çaldılar. Sorularına ender doyurucu yanıtlar aldılar. Almanya'nın ünlü gazetelerinden Frankfurter Allgemeine geçenlerde cemaatin ileri gelenlerinden Ercan Karakoyun'a sormuş: "Alman polisine Gülenci Türk asıllı polislerin sızdığı iddiası var, ne diyorsunuz?" Yanıt alamamış. Türkiye'deki son gelişmelerden etkilenmiş olan Almanya Gülen cemaatinin önde gelenleri bir değişim geçirmelerinin gerektiğinin farkına varmış gibi. Ancak şimdilik değişen tek şey dernek isimleriyle yönetimcileri! Abdullah Aymaz yeni kurulan "Diyalog ve Eğitim" adlı bir vakfın denetleme kurulunda. Vakfın başkanı Karakoyun'a Stuttgart'taki bir toplantıda: "Bir süre önce Türk basını Aymaz'ın Hocaefendi'nin yerine geçeceğini yazmıştı" dediğimde "Hayır, yok öyle bir şey!" diye karşı çıkmıştı. Otuz beş izleyici karşısında yaptığı konuşmasında sık sık diyalogtan, toleranstan, karşılıklı anlayıştan, düşünce ve din özgürlüğünden, demokrasiden, barıştan, kadın ve erkek eşitliğinden söz etmişti. Toplantıya türbanlı bir kaç kadın da katılmıştı. En arka sırada oturuyorlardı!

Alman medyasının cemaati eleştirmeye başlaması artık çoğu politikacının da gözünü açmış gibi. Berlin'de Sol Parti, Stuttgart'ta Hıristiyan Demokratlar (CDU) verdikleri soru önergeleriyle dikkatleri çektiler. Çoğunluk sınırsız şeffalık talep ediyor! Görüştüğüm politikacılar "konunun üzerine sürekli gideceğiz" diyor. Kuzey Ren Vestfalya İçişleri Bakanı Ralf Jaeger kısa süre önce yaptığı açıklamayla Erdoğan'la Gülen arasında yaşanan depreme dikkatleri çekti. Onun hemen ardından Ren-Pfalz Eyaleti İçişleri Bakanı Roger Lewentz, Federal İçişleri Bakanı'ndan Gülen hareketinin tüm Almanya çapında çalışmalarının izlemeye alınmasını talep etti. Yine aynı günlerde Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü yaptığı bir açıklamayla, Gülen'in görüşlerinin inanç özgürlüğü ve özgür demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşmadığını ve yakın gelecekteki çalışmalarında bu konuya ağırlık vereceğini belirtti. Fethullah Gülen'in geçmişte Almanya'da dağıtılan bazı yayınlarında "özgürlükçü demokratik düzenle çelişki içinde" olduğuna da dikkatleri çekti. Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü'nün 3-4 ay sonra Eyalet Meclisi'ne yeni bir "Gülen Hareketi raporu" sunması bekleniyor.

www.ahmet-arpad.de

16 Mart 2014

Futbolda yabancı düşmanlığı

Cumhuriyet, 16 Mart 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Türkiye'den Almanya'ya göç 1961'de bir kaç yüz kişiyle başlamıştı. Aradan elli yıl geçti, ülkede yaşayan Türklerin sayısı 3 milyona dayandı! Ancak sürekli burada yaşamalarına karşın sadece üçte biri Alman pasaportu aldı. Türkiye'deki 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk kez Almanya Türkleri de oy kullanabilecek. Ülkede bir milyonun üzerinde Türk oy kullanma hakkına sahip. Şubat başında Berlin'e gelen Başbakan Erdoğan'ın bu ziyareti bir seçim propagandası olarak değerlendirildi. Başbakanın her gelişinde olduğu gibi bu ziyaretin de organizasyonunu, tüzüğüne göre "parti politikası yapmayan ve tarafsız" bir Alman derneği olan Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD) üstlendi!

Özellikle son yirmi yılda ülkedeki Türk toplumun içinden ünlü kişiler sivrilmeye başladı. İnsanlarımız burada sadece maden ocaklarında çalışmıyor, kentlerde çöpleri toplamıyor, onlar artık kurdukları 70 bin şirkette 350 bin insana iş veriyor, senfoni orkestraları yönetiyor, bale yapıyor, tiyatro ve opera sanatçısı oluyor, kabare kuruyor, film çekiyor, yayınevi açıyor, roman yazıyor, top koşturuyor, attığı gollerle Alman Milli Futbol takımının üstün başarısında önemli rol oynuyor, banka müdürlüğü yapıyor, öğretmen olup, lise ve üniversitelerde her milletten geleceğin öğrencilerini yetiştiriyor, politikaya atılıp, belediye ve eyalet meclislerinde önemli kararların altına imza atıyor, bakan oluyor, iktidar ve muhalefet partilerinde önemli görevlere getiriliyor, parti başkanlığı yapıyor... Bugün Alman insanı Mesut Özil'i, İlkay Gündoğan'ı, Nuri Şahin'i, Tayfun Korkut'u, Fatih Akın'ı, Sibel Kekilli'yi, Şinasi Dikmen'i, Bülent Ceylan'ı, Renan Demirkan'ı, Emine Sevgi Özdamar'ı, Aras Ören'i, Yüksel Pazarkaya'yı, Zehra İpşiroğlu'nu, Habib Bektaş'ı, Vural Öger'i ve Kemal Şahin'i, Necla Kelek ve Serap Çileli'yi, Bilkay Öney'i, Lale Akgün'ü, Seyran Ateş'i, Cem Özdemir'i, Fethullah Gülen'i, Feridun Zaimoğlu'nu tanıyor..! Ve bu Almanya bir türlü yabancı düşmanlığına engel olamıyor. Onlarca yıldır ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokratlar (CDU) çifte vatandaşlığa sürekli karşı çıkıyor. 40-50 yıldır aralıksız burada yaşayan Türk'e değil başbakan, mahalle muhtarı seçme hakkı bile verilmiyor!

Almanya Birinci Futbol Ligi'nde oynayan 18 takımın kadrosunda 507 futbolcu top koşturuyor. Bunların yüzde altmışı yabancı kökenli! Gollerin yüzde yetmiş beşini bu yabancılar atıyor! Alman  Milli Futbol takımının 25 kişilik kadrosunda yabancı kökenli 11 futbolcu var. Almanya'da son yıllarda tribünler kaynıyor! Bir çok birinci ve ikinci lig maçnda evsahibi takımla misafir takımın seyircileri arasında kavgalar çıkyor. İnsanlar birbirine giriyor. Yasak olmasına karşın yakılan Bengal ateşi stadyumları aydınlatıyor. Kimi yerde maçlar duruyor, oyunlar erteleniyor. Tribünlerden yükselen ağzına alınmayacak sözlerle oyunculara sövülüyor. Küfrün biri bin para! "Heil Hitler!" çığlıklarının atıldığı, yabancı oyunculara yönelik ayrımcılık dolu nümayişlerin sonu gelmiyor. Büyük kulüpler ve futbol federasyonu aldıkları tüm önlemlere, başlattıkları değişik kampanyalara karşın bu sorunun altından bir türlü kalkamıyor. Kimi kentlerde ırkçı gruplarla karşıtları tribünlerde ve stadyum dışında birbirine giriyor. Almanya'da artık hemen hemen tüm futbol takımlarında, milli takım dahil, kara tenli futbolcular top koşturuyor. Nazi dönemini anımsatan giyimli aşırı sağcı grupların en büyük hedefi bu futbolcular. Würzburg üniversitesinden Harald Lange, "nasyonalizm ve  ırkçılık, aşırı sağ politika artık stadyumlara da girdi," diyor. "Neonaziler, sorunlu genç futbolseverleri kolayca aralarına alabiliyor." Ancak aşırı sağcılık, nasyonalizm sadece Almanya'nın stadyumlarında kendini göstermeye başlamadı. "Football Supporters Europe" adlı kuruluşun sözcüsü Daniela Wurbs'un açıklamalarına göre son yıllarda Rusya, Polonya, Hırvatistan, Sırbistan ve İtalya'da da kavga çıkaran aşırı sağcılar tribünleri doldurmaya başladı. Mayıs sonunda tüm AB ülkelerinde Avrupa Parlamentosu seçimleri var. Kısa süre önce Heinrich Böll Vakfı'nın Stuttgart'ta yaptığı bir konferansta Yeşiller'den Jan Philipp Albrecht, "bu seçimlerden sonra Brüksel'deki yedi yüz elli koltuktan en az iki yüzünde aşırı sağcı milletvekili oturursa şaşmamak gerek," dedi. Bu deprem gerçekleşirse bakalım AB'nin gelecekteki Avrupa politikası ne olacak?

www.ahmet-arpad.de

16 Şubat 2014

Postacılık hiç de kolay değil...

Cumhuriyet, 16 Şubat 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Postacıyı her insan sever. Çoğumuz yolunu gözler, getireceği mektupları bekleriz. Postacı gelir, kapımızı çalar. Kar kış, yağmur çamur demez, evimizin yolunu bulur. Biz postacıyı severiz, kötü haber getirmediği sürece..! Almanya'da postacılar günbegün 64 milyon mektup ve 3,4 milyon paket dağıtıyor! Noel ve yılbaşı öncesi bu sayılar ikiye katlanıyor. Posta idaresi on bin elemanı geçici olarak işe almak zorunda kalıyor, dağıtımlar için de sekiz bin araç kiralıyor! Yıllardır bizim caddede görev yapan postacı Rudolf, ellisini geçmesine karşın her sabah ağır yükünü sırtlıyor, hızlı adımlarla kapıdan kapıya, kutudan kutuya gidiyor. Ben Rudolf'u hiç yavaş yavaş yürürken görmedim. Acelesine karşın arada sırada kısa bir çene çaldığımız oluyor. Geçenlerde yeni yılını kutlarken: "Herr Arpad, hızlı yürümesem bu iş bitmez," diye konuştu. Öfkeli değildi. Gülümsedi: "Hem bu mesleğin benim için spordan farkı yok." Haklı. Bütün gününü bürosunda bilgisayarın başında geçiren onlarca milyon insan gibi Rudolf'un sağlıklı kalmak için bir ton para verip, fitness salonuna gitmesine veya orman yollarında koşu yapmasına hiç gerek yok. Çünkü o hiç oturmuyor, hep koşuşturuyor.

Biz postacıyı severiz, köpekler ise sevmez. Daha ayak sesini duyar duymaz başlarlar havlamaya. Her gün aynı saatte gelen bu adamı kollar, bahçe kapısında durup yaklaşmasını beklerler. Zavallının işi zordur. Köpeklerin çoğu iyi sözden, okşanmaktan anlamaz. Suratına havlar, her gün uğrayan adamı yaklaştırmak istemez. Ne de olsa evin ve bahçenin korunması onun sorumluluğu altındadır! Koyu giyimli, omzunda kocaman çanta, hızlı hızlı yürüyen bu adam köpek için bir "düşman" sayılır. Bir kaç yıl önce okumuştum, Almanya'da her yıl üç bine yakın postacı ev köpekleri tarafından ısırılıyormuş. "Ben kuduz ve tetanoz aşısı," oldum diyor Rudolf. "Hem sizin burada az köpek var; onlar da beni yakından tanıyor, karşılaştığımızda konuşuyoruz, çoğu ile aram iyidir." Tehlikeli köpeklerin yaşadığı mahallelerde görev yapan postacılar sprey ve kuru mama taşıyor ceplerinde. Almanya'nın kimi kentinde posta idareleri elemanlarına listeler dağıtıyor, hangi sokakta, hangi evde köpek var, önceden bilsinler diye! Burada bazı ilginç rakkamlara bir göz atmadan olmayacak. 80 milyon insanın yaşadığı Almanya'da 31 milyon ev hayvanı var. Bunlar kediler, köpekler, balıklar, kuşlar, fareler, yılanlar... En çok sevilen ev hayvanı 8 milyonla kediler! Köpekler 6 milyonla ikinci sırada. Almanlar ne mi harcıyor onların bakımına? Sevgili kedileri için her yıl 7 milyar, köpekleri için de 5 milyar avroyu ceplerinden çıkarmaktan kaçınmıyorlar! Postacıların taşıdığı 3,4 milyon paketin çoğu İnternet üzerinden alış veriş yapanların siparişleri.  Geçenlerde açıklanan verilere göre 2013 yılında bu branşın cirosu 48 milyar Avro olmuş! Yine açıklamalara inanmak gerekirse – inanması pek kolay değil – Almanya'da geçen yıl 750 milyon ürün internet üzerinden sipariş edilmiş! Sadece Noel öncesi 108 milyon İnternet ürünü paketle eve gelmiş... Bu branşın  en büyüğü, dev Amerikan kuruluşu Amazon tüm dünyada 100 bin insana iş veriyor, 2012 cirosu 67 milyar dolar!

Postacımız Rudolf bana veda ediyor ve hızlı adımlarla uzaklaşıyor... Arkasından bakıyorum; ilginç kişiliği olan bir Alman. Hiç öfkelenmiyor, yaşamı olduğu gibi kabulleniyor!

www.ahmet-arpad.de

2 Şubat 2014

Muhalefetsiz yönetilen bir ülke

Cumhuriyet, 2 Şubat 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Üç ay boyunca sık sık buluştular. Görüştüler, uzun uzun konuştular birbirleriyle ve sonunda evlenmeye karar verdiler. Fakat imzaları atmadan önce yakınlarına da bir sordular. "Siz ne diyorsunuz," dediler, "bu evliliğe?" Erkek tarafı önce mırın kırın etti, fakat sonunda "peki," demek zorunda kaldı. Ne de olsa damat bey çok niyetliydi. Şimdi imzalar atıldı ve Angela ile Sigmar derin bir nefes aldı. Daha önce sorun çıkmazsa dört yıl sürecek evlilikleri!

Şaka bir yana. Sosyal Demokrat solcu Sigmar Gabriel isteseydi, Hıristiyan Demokrat sağcı Angela Merkel yerine ülküsüne daha yakın diğer iki partiyle birleşip, Almanya'yı yönetebilrdi. Nedense bunu yeğlemedi, Yeşiller'le Sol Parti'yi muhalefete itti. Şu anda en güçlü AB ülkesi Almanya'da meclis koltuklarının yüzde seksenine sahip bir iktidar var! Demokratik toplumlarda rastlanmayan, kafalarda kimi sorular oluşturan bir gelişme. Hemen hemen muhalefetsiz bir meclis ülkeyi nasıl yönetir, insanlarına ne getirir? Bundan Alman demokrasisi zarar görmez mi? İşte bütün bunlar merak konusu... "Bu evlilik 4 yıl sürmez," diyenler yok değil. Eğer boşanırlarsa tek olanak erken seçim. "Ancak erken seçime gidilmesi Sosyal Demokratlar'ın sonu olur," diye sesini yüksetenleri de ciddiye almak gerek. Görüşmeler öncesinde: "Bırakın Merkel azınlık hükümeti kursun," düşüncesine yakın olanlar da vardı. Çünkü azınlık hükümeti kurulsaydı mecliste muhalefet 319, Merkel 311 koltuğa sahip olurdu. Aradaki fark sadece 8 koltuk! Ancak bütün bunlar gerçekleşmedi, iki güç bir araya gelip, daha da güçlendi, azınlığı altına alıp, iyice ezdi. 22 eylül seçimlerinde on yedi milyon seçmenin sandığa gitmediği Almanya'da demokrasi bakalım neler yaşayacak, göreceğiz!

Ülkedeki yabancıların, özellikle Türklerin CDU ile SPD koalisyonundan beklentileri de gerçekleşmedi. Çifte vatandaşlık düşü yine suya düştü! 2000 yılında çıkarılan bir yasa ile 1990 yılından sonra ülkede doğan bütün yabancı çocukları çifte vatandaş olmuştu, 23 yaşına geldiklerinde pasaportlarından birini geri vermek koşuluyla! Ancak 2013 yılına girildiğinde bazı uzmanlar: "Anayasamız vatandaşın elinden Alman pasaportunu almaya engel çıkarır," diye açıklamalar yapmağa başlamıştı. Devlet bu yıl 23 yaşına basan ve çifte pasaportlu yaşamakta ısrar eden gençleri Alman vatandaşlığından çıkarmaya kalkıştı mı, açılabilecek davalarda zor duruma düşebilirdi. İşte şimdi bunu kavrayan CDU/SPD koalisyon hükümeti 1990'dan sonra doğan bu çocukların çifte vatandaşlığının devamına karar verdi. Merkel & Gabriel hükümetinin yasa değişikliğini sadece yabancı gençlerin çıkarı için yaptığını düşünmek doğru olmaz. Yeni yönetim kendini de düşündü. Bu konuda görüşlerini sorduğum, uzmanlık alanı yabancı vatandaşların yasal hakları olan, uluslararası ünlü profesör Kay Hailbronner Cumhuriyet'e şu açıklamayı yaptı: "Ortaya çıkabilecek sorunlar yasa değişikliğinde mutlaka önemli bir rol oynadı. Devlet şimdi o sorunlardan  kurtulacak. Ancak Türkiye çifte pasaportlu Türk gençlerini askere çağıracak mı, bu kişiler her iki ülkede de oy kullanabilecek mi? Bu gibi ayrıntıların da bir açıklığa kavuşması gerekiyor." Görüşlerini sorduklarımdan bir başkası da Sigmar Gabriel'in yardımcılarından, yeni hükümette  Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanlığı görevine getirilen Aydan Özoğuz. Hamburg doğumlu Özoğuz gazetemize yaptığı açıklamada: "Haklısınız, bu yasa değişlikliğinden her iki taraf da yararlanacak," diye konuştu. "SPD, çifte vatandaşlık hakkına herkesin sahip olması için savaşım vermeye devam edecektir." Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı Bilkay Öney'in de Cumhuriyet'e açıklaması şöyle oldu: "Opsiyon modeli gerek hukuken, gerekse uygulama açısından çok tartışma yaratacak bir yöntemdi. Bu nedenle şimdi kaldırılması çok doğru olacak." Bilkay Öney, göreve geldiği 2011 yılından günümüze hep çifte pasaporttan yana olduğunu da yineledi. Görüştüğüm bir başkası da 2009-2013 arasında Yeşiller'den milletvekilliği yapmış olan avukat Memet Kılıç: "Yasa çıkmasaydı örnek davalar açılacaktı," dedi. "Çok haklısınız bu değişikliğin devlete de yararı var."

Seçim sonrasında yeni hükümetten çifte vatandaşlık bekleyen Türklerin düş kırıklığı büyük oldu! Gerek seçim öncesinde, gerekse seçim sonrasında kılları kıpırdamayan tüm Türk kuruluşları ve medyası şimdi "darbe yedik, aldatıldık, haksızlık, adaletsizlik," diye bağırmaya başladı. Almanya'daki Türk toplumunda birinci nesil dedeyle nine Türk pasaportlu, oğullarıyla kızları Alman-Türk pasaportlu, 1990'dan önce doğan ilk torun Türk, 1990'dan sonra ikinci torun ise Alman-Türk pasaportlu... Böyle aileler hiç de az değil.  

www.ahmet-arpad.de

5 Ocak 2014

Güç bağımlı yapan bir uyuşturucudur

Cumhuriyet, 5 Ocak 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Baden-Württemberg Eyaleti'nin bir başbakanı vardı, adı Günther Oettinger olan. Çevresini dinlemeyip, aklına esene tek başına karar veren, "ben yaptım oldu"yu seven bu başbakan 2010 yılında, seçimlerden önce görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Hitler'in yargıçlarından Filbinger'i ulu orta övmesi de hatalarından en büyüğü olmuştu. Yerine geçen Stefan Mappus ise ondan daha da geçimsiz biri çıkmıştı. Dev enerji kuruluşu EnBW'yi değerinin çok üzerinde bir ödemeyle (4,7 milyar Avro) devletleştirmesi ve bunu yaparken meclisin onayını almayıp, kendi başına karar vermesi Mappus'u da kısa sürede çevresine yabancılaştırmıştı. Bu alış verişe aracılık eden danışmanı ve eski sınıf arkadaşı Dirk Notheis'ın satıştan 1 milyon Avro komisyon kazandığı da kısa sürede ortaya çıkmıştı. 30 Eylül 2010 günü Stuttgart'ın göbeğinde onlarca tarihi ağacın lüks yapılar uğruna kesilmesine karşı çıkan insanlara gaz ve su sıkan, dört yüzünü yaralayan polislere verilen emrin Mappus'tan gelmiş olabileceği iddiaları kısa süre önce ortaya çıkan bazı gizli mailerle kanıtlanacağa benziyor. Sadece on ayda iktidar gücünü yitiren bu eski başbakanın yaptıklarını aydınlatmak isteyen bir meclis araştırma komisyonu geçenlerde yeniden göreve getirildi.

Güçlü, erdemli biri midir Aristo'nun dediği gibi, yoksa Makyavel'in iddia ettiği gibi güçlü sadece bir çıkarcı mıdır? Özellikle politikada doruğa ulaşan ve gücünü erdemini yitirmeden yıllar boyu koruyan bir politikacaya dünya tarihinde pek rastlayamayız. Geride bırakmış olduğumuz 20. yüzyıla baktığımızda toplumların sayısız diktatör veya diktatör kopyası yarattığını görürüz. Hitler, Stalin, Mussolini, Mao, Franko, Videla, Pinochet, Kaddafi, Saddam Hüseyin, Beşar Esad gibi halkın kendilerine verdiği gücü halkına karşı kullanan bu acımasız güçlüler yüz milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur! Firavunlar, kayzerler, derebeyleri, diktatörler dün de vardı, bugün de var. Kendilerini doruğa çıkarmış olanları hiç önemsemeyen, gerçeklerin dışında, bambaşka bir dünyada yaşayan bu kişiler, ister politikacı, isterse kabile reisi, ister tarikat kurucusu, ister mafya patronu, isterse holding sahibi olsunlar, ülküleri ve çıkarları uğruna her şeyi göze almışlardır. Güçlerini sadece kendi çıkarlarına kullanır, kısa sürede yakın çevresinden uzaklaşır, her türlü öneriye kulaklarını tıkarlar. Onlar bambaşka bir dünyada yaşayan, bambaşka insanlardır! Hatalarını görmezler, sorun onlar değil, sorun başkalarıdır. Düşmemek için doruğa çılgınlar gibi sarılırlar. Devrildiklerinde yanmış topraklar bırakırlar arkalarında.

Güç göz kamaştırır. Ülküsü ve çıkarı uğruna onu mutlaka ele geçirmek isteyen kişi duygusuz, ruhsuz, sert ve hilekâr olmak zorundadır. Sonsuz güç çılgınlığı çok sınırsızdır! Peşine taktığı insanları koyun gibi güdeceklerini sananlar yaşamlarının en büyük hatasını işler. Doruktaki bu insanlar günün birinde tepetaklak devrildiklerinde, boş bir çuvar örneği bir kenara atıldıklarında aşırı gururlarının kurbanı olduklarını kavrayamazlar. Tatlı bir zehir olan güç onlara tüm duygularını yitirtmiştir. Güç bağımlı yapan bir uyuşturucudur da. Bir kez alışan onun sadece güzel yanlarını görür, gerçeklerden, sorunlardan çok uzakta başka bir dünyada yaşamaya başlar, kendini mutlu hisseder. Uyuşturucu bağımlısının kendini düştüğü bataktan kurtarması çok zordur.

www.ahmet-arpad.de