27 Aralık 2009

Gizemli sokaklar

Cumhuriyet Dergi 27.12.2009
VİYANA
AHMET ARPAD
 
Viyana'da akşamlarınızı operada, tiyatroda, operette, müzikalde geçirirsiniz. Sonra ara sokaklardaki şaraphanelerden birine uğrayıp, güzel şarabınızı yudumlarsınız. Gündüzleri ise kocaman parklarda, Osmanlı kuşatma yıllarından kalma daracık sokaklarda başıboş dolaşırsınız. Viyana insanı, Sultan Süleyman'ın askerlerinin çekilirken geride bıraktığı çuvallar dolusu kahvenin alışkanlığından kendini 300 küsur yıldır kurtaramamıştır. Keyfine ve rahatına düşkün Viyanalı saatlerini geçirir Demel, Gerstner, Sacher, Central, Landtmann, Mozart'ın salonlarında. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, akşamüstü çaylarını oralarda alır. Çoğu Avusturyalı yazarın romanına konu olan tarihi kahvehanelerin rahat koltuklarında iş görüşmeleri, sanat tartışmaları yapılır, kitap okunur, mektup yazılır. Arthur Schnitzler, Franz Werfel, Sigmund Freud günlerinin önemli bölümünü kahvelerde yaşamıştır. Orta Avrupa kültürünün yetiştirdiği edebiyatçıların en ünlülerinden Stefan Zweig da bir Viyana çocuğudur. Gençliğinde her gün saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği kent kahvehaneleri onun için de bir "okul" olmuştur. 
 
Operası, tiyatrosu, operetleri, müzikalleri ile Viyana kültür solur. İnsanları günbegün kültür ile iç içe yaşar. Bu Tuna kentinin sokaklarını arşınlayan, mağazaların, yapıların, taşların, heykellerin, loş dar geçitlerin, parkların kültür soluduğunu sezer. Günün geç saatlerinde Tuna kanalından operaya yapacağınız gezinti sizi bambaşka bir dünyaya götürür. Akşamın loşluğunda tarih ve gizem dolu dar sokakların taşlarında ayak sesinizi duyarsınız. Dükkân kepenkleri kapanmıştır. Kapı içleri karanlıktır. Sokak lambalarının güçsüz ışığında yanınızdan geçen tek-tük insanla irkilirsiniz. 
 
Kapatın gözlerinizi bir an için, dönün savaş sonrasının Viyana'sına. Köşebaşlarında karaborsacılar, kaçakçılar, kalpazanlar duruyor. Palto yakaları kalkık, eller cepte, kasketler çarpık, ağızlarda sigara. Yağmur çiseliyor. Birden "Üçüncü Adam" hızla köşeyi dönüyor. Şapkasını yüzüne indirmiş. Koşar adım "Café Mozart"a giriyor. Canavar düdükleri. Polis otomobilleri çevreyi sarıyor. Baskın var...
 
Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden sıcak bir ışık sızıyor. Masalarda konuşan, gülen, şarabını yudumlayan, gazetesini okuyan insanlar. Kaertner Caddesi'ne yaklaştıkça sokaklar renkleniyor. Binalar bakımlı, vitrinler pahalı. Buralar ıssız ve loş değil. Az ötede opera ışıl ışıl. Hotel Sacher'in kapısında dizi dizi siyah otomobiller. Loden paltolu beyler, kürk mantolu hanımefendiler yanınızdan hızlı hızlı geçiyor. Az ötede, operanın yan karşısında Hotel Bristol. Viyana ve Mozart âşığı Nadir Nadi Bey'le eşinin bu Tuna kentine her gelişlerinde indikleri tarihi otel. Siz girin Hotel Sacher'den içeri, rahat koltuklara kurulup, ısmarlayın kendinize ünlü çikolatalı pastadan bir porsiyon. Az ötedeki masaya çöreklenmiş dört erkeğin gürültüsünü önemseyip, sakın keyfinizi kaçırmayın. Konuştukları dile bakılırsa Doğu Avrupalı işadamları olacaklar. Tabii Slovakya sınırının az ötesindeki Bratislava'da her türlü işi çevirip, Viyana ormanlarındaki, Grinzing ve Kahlenberg'deki ucuza kapattıkları tarihi villalar, köşkler ve saraycıklarda yaşayan Rus zenginleri de olabilir...
 
www.ahmet-arpad.de

11 Aralık 2009

Burhan Arpad, Avusturya Edebiyatı ve Bugün...

Cumhuriyet 11.12.2009
ODAK NOKTASI 
AHMET CEMAL 
 
Gazeteci, yazar, çevirmen, kültür insanı Burhan Arpad aramızdan ayrılalı on beş yıl olmuş... 
Benim gözümde Burhan Arpad, kuşağının başkaca bazı adlarıyla birlikte, bugünkü kuşaklara yeterince aktarmayı başaramadığımız kültür insanlarımızdandı. Aktarılamadı ya da aktarılması "yeğlenmedi", çünkü kuşağının bazı temsilcileri gibi, o da "gürültücü" olmayı bilinçli olarak seçmeyenlerdendi. Burhan Arpad, hemen hiç "ortalarda gözükmedi". Onun misyonu, her çağrıldığı yere gitmek değil, fakat köşesinde sessiz bir karınca gibi çalışmak, üretmek, üretmekti. Ne zaman evine telefon etsem ve telefonu muhterem eşi açsa, "Bir dakika, geliyor efendim!"in ardından, merdivenlerden inen terlik seslerini duyar; "İşte yine çalışmadan geliyor" derdim. 

Benim için hep bir köşeye çekilmişliğin, üretmek için dış dünya ile arasına bir perde çekmişliğin simgesi olarak kalan o terlik seslerinin içimde hep çalışma özlemi uyandırdığının bilincine çok sonra varacaktım. 

Burhan Arpad, üretimine hayatının sonuna kadar kendi türettiği bir ahlakı da egemen kılabilmiş ve bu ahlaktan -kimi zaman nice güçlükler pahasına da olsa- asla ödün vermemiş bir insandı. Almancadan çevirmeyi seçtiği Thomas Mann ve Stefan Zweig gibi yazarlar, evrensellikleri ve "dünya vatandaşlıkları" nedeniyle adeta Burhan Arpad'ın ülkemizin düşünce hayatı için öngördüğü birer örnek gibiydiler. 

Çevirmenliğinde ve kültüre bakışında Orta Avrupa, bu arada da özellikle Avusturya, Arpad için üretken zemin hazırlayıcı bir kozmopolitliğin (çokkültürlülüğün) ideal merkeziydi. Arpad'ın, ölümünden yıllar sonra "Son Avrupalı" diye nitelendirilmeye başlanan Stefan Zweig'ı onca sevmesinin nedenini de kanımca burada aramak gerekir. 

Burhan Arpad, özellikle yetmişli ve seksenli yıllarda, Avusturya edebiyatının ülkemizdeki elçiliğini yapma bağlamında, İstanbul'da uzun yıllar Avusturya Kültür Temsilcisi ve Kültür Ataşesi olarak görev yapan Prof. Hans E. Kasper'in şahsında çok değerli bir ‘müttefik' bulmuştu. Çünkü çokkültürlülüğün gerçek bayraktarlarından biri olan Prof. Kasper, burada görev yaptığı sürece o zamanlar Teşvikiye'de, Belveder Apt. 101/2 adresinde bulunan Avusturya Kültür Ofisi'ni iki kültürün gerçek anlamda buluştuğu bir mekâna dönüştürmeyi hep en önemli misyon saydı. Bu arada, Avusturya edebiyatından dilimize yapılan her çeviriyi her iki kültür iklimini yakından ilgilendiren ve etkileyen bir "kültür olayı" niteliğiyle çarpıcı kılmayı da çok iyi başardı. Burhan Arpad'ın, Zweig'dan yaptığı çevirilerle ilgili konferansları, Avusturya edebiyatından bütün çevirilerini bir araya getiren sergi, 1983'te, Kafka'nın 100. doğum yıldönümü nedeniyle düzenlenen zengin içerikli toplantılar ve sergiler, Elias Canetti'nin dilimize çevirdiğim "Körleşme" romanı yayımlandığında, yazara ve kitaba ait tanıtım konuşmasını yapması için Avusturya Edebiyat Derneği Başkanı, yazar ve eleştirmen Dr. Wolfgang Kraus'un İstanbul'a davet edilmesi, Prof. Kasper'in kültür politikasında edebiyata tanıdığı ağırlığın göstergeleridir.  

Ne var ki, Prof. Kasper'in ardından halefi Dr. Erwin Lucius'un da hız kesmeden sürdürdüğü bu edebiyat ilişkileri, son yıllarda epey tavsadı. Sezer Duru'nun çok değerli çabalarıyla, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Avusturyalı Thomas Bernhard'ın çevrilmesi, gerçekten güç eserlerinin peşpeşe dilimize aktarılması, Robert Musil'in başyapıtı "Niteliksiz Adam"ın ikinci cildinin ilk baskısının ülkemizde çıktığı gün tükenmesi, Avusturya kültürünü ülkemizde temsil etmekle görevli makamları nedense pek ilgilendirmedi. Son olarak, 17 Kasım'da, hemen hiç boş yerin kalmadığı Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu'nda düzenlenen "Niteliksiz Adam"a ait "Okuma Akşamı"nda da aynı ilgisizliğe tanık olunca, Bernhard'ın ve Musil'in "muhalif" yazarlar olmalarının bu ilgisizlikteki olası payını ister istemez düşündüm...

6 Aralık 2009

İsviçrelinin din korkusu

Cumhuriyet, Dergi 06.12.2009 
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
İsviçre'de yapılan referandumda seçmenlerin yüzde 57'si minare yasağını destekledi. Aşırı sağcı ve göçmen karşıtlarının zaferi olarak değerlendirilen sonucu Alman politikacıları ve basını: "Büyük sürpriz, skandal, utanılacak bir durum" olarak yorumladı. İsviçre hükümeti ve parlamentosunun referandum öncesi: "Din özgürlüğüne aykırı," demesini tutucu İsviçre insanı umursamadı. Özellikle Alman İsviçresi'nde oylar aşırı sağcılara gitti! Bu Alpler ülkesinin yabancılarla arası tarih boyunca pek iyi olmamıştır. Yetmiş küsur yıl önce Hitler'den kaçan Alman komünistleri ile 25 bin Yahudiyi sınır kapılarından geri çevirmişti. Çoğunun yaşamı toplama kamplarının gaz odalarında son bulmuştu. Almanya'da ve işgal ettikleri ülkelerdeki Yahudilerin altınlarına el koyan Nazilerin tonlarca külçeyi İsviçre kasalarında gizlediklerini de unutmamak gerek. 
 
Liberal ve demokratik Almanya'ya gelince. "Ülkemizde din özgürlüğü vardır, onlara karışamayız" diyen her renkten politikacının son yirmi yılda açık seçik destek verdiği sayısız İslami dernek ve üst kuruluş istediği gibi at koşturuyor. Resmi verilere göre Almanya'da yaşayan Müslümanların en çok yüzde yirmisini temsil eden bu sözüm ona dinciler açtıkları camilerde, Kuran kurslarında yatılı okullarda her yıl on binlerce çocuğumuzu imam eğitiminden geçiriyor. Alman Anayasası'nın 4. ve 6 maddeleri yedi, sekiz yaşlarında kızların başörtüsü ile okula gitmesine olanak tanıyor. Afrika'nın, Asya'nın kimi ülkesinde gördüğümüz Türk liseleri son on yılda artık Almanya'da da birbiri ardına kuruluyor! Bu ülkede kiliseler kapanıyor, camiler açılıyor. Türk Kültür Enstitüleri ise bir türlü açılmıyor! 1970'ten bu yana irili ufaklı, üç bine yakın mescit ve cami inşa edildi, yüzlerce kilise kapandı. Örneğin Stuttgart'ta her 1000 Türk'e bir cami, her 3000 Alman'a bir kilise düşüyor. Siyasi partilerle Protestan ve Katolik kiliselerinin yıllar boyu verdiği destekle güçlenen İslamcı kuruluşlar işsiz insanlarımıza kucak açtı, onların Alman toplumundan iyice kopmasına neden oldu. Uyum karşıtı bu gelişmeler ülkede yabancı düşmanlığını körükleyen nedenlerden biri sayılır. 
 
İsviçre'deki referandumun hemen ardından Alman Hıristiyan Demokratları adına açıklama yapan milletvekili Wolfgang Bosbach: "Gittikçe daha çok insanımız aşırı İslamdan korkuyor, referandum yapılsa bizde de böyle bir sonuç çıkabilir," dedi. Önce tarikatçıların İslamını yıllarca destekle, onlara kucak aç, ardından da böyle konuş! Şaşırmamak gerek, ne de olsa politikacı...
 
Acaba şimdi İsviçre insanı, tarikatların Almanya'da yıllarca "din özgürlüğü" kisvesi altında nasıl at koşturduğunu gördü de, benzerinin ülkesinde de yaşanmasından, toplumun İslamlaşmasından korktuğu için mi böyle kullandı oyunu? Tabii İsviçre'de yabancı düşmanlığı tohumlarının daha çok yeşermesini isteyen aşırı sağcı girişimciler tutucu insanların bu korkusundan yararlanmış da olabilir! Özellikle Alman İsviçresi'nde zengin işadamlarının desteklediği, milyarder Christop Blocher'in yönlendirdiği İsviçre Halk Partisi (SVP) "minareye hayır" kampanyasına açıkça destek verdi. Unutmadan şunu da belirtmek gerek, İsviçre'deki referandum sonucunu şiddetle eleştiren Almanya camilere minare yapımına izin veriyor, fakat nedense "kısa yaparsan veririm" diyor. Böylece tuhaf görünümlü, gözü rahatsız eden orantısız yapılar ortaya çıkıyor.
 
www.ahmet-arpad.de

3 Aralık 2009

40 yıllık çeviri serüveni...

Cumhuriyet 03.12.2009
BURHAN ARPAD'I ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE OĞLU AHMET ARPAD ANLATIYOR
OSMAN ÇUTSAY 
 
FRANKFURT - Türk edebiyatına dışarıdan 'temiz hava' taşıyan bir kuşağın önde gelen adlarından Burhan Arpad, ölümünün 15. yıldönümünde anılıyor. Yazarımız Ahmet Cemal'in bir yazısında "Almancadan yapılan çeviriler bağlamında Burhan Arpad, hep önder, çilekeş ve nitelikten ödün tanımaz bir ad olarak kaldı. Stefan Zweig ve Thomas Mann kıratında yazarlardan yaptığı çeviriler bugün de basılmakta" sözleriyle tanımladığı Arpad'ın yaşamı ve çabasının sonuçlarını Stuttgart'ta yaşayan oğlu yazar ve çevirmen Ahmet Arpad yorumladı. 

- Burhan Arpad kendi özgün kitapları dışında, özellikle Alman edebiyatının başyapıtlarını Türkçeye kazandırmasıyla ünlüdür. Sizce Burhan Arpad'ın Türkçedeki çeviri edebiyatı içinde nasıl bir yeri var? 
- Burhan Arpad Alman edebiyatından yaptığı çevirilere 40'lı yılların başında Stefan Zweig'ın ünlü 'Yıldızın Parladığı Anlar' eseri ile başladı. Hasan Âli Yücel'in o yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı olarak kurduğu ve dünya klasiklerini Türkçeye kazandırdığı Tercüme Bürosu'nun çalışmaları kapsamında Eschenbach'ın bazı eserlerini de çevirmişti. Zaten kurduğu Yokuş ve ABC yayınevlerinin yayın programı ağırlıklı çeviri edebiyatıdır. 50'li yıllarda mesleki ağırlığını gazeteciliğe ve köşe yazarlığına verse de, Stefan Zweig ve Erich Maria Remarque'ın sayısız ünlü eserini dilimize kazandırmaya devam etti. Türk okuru 20. yüzyıl Avrupası'nın insancıl ve savaş karşıtı bu yazarlarını onun sayesinde tanıdı. Çevirdiği kitaplar ölümünün ardından yayımlanmaya devam ettiğine göre sonraki kuşaklar tarafından da beğeniliyor demek. 

- Burhan Arpad, Alman edebiyatının Türk edebiyatı üzerindeki etkisini nasıl görüyordu? 
- Burhan Arpad Batı edebiyatının antifaşist ve toplumcu eserlerini Türk okurunun mutlaka tanıması gerektiğine inandığı için Zweig ve Remarque dışında Thomas Mann, Anna Seghers, Hans Behrend, Fritz Habeck, Dimov, Kalçef ve Silone gibi yazarları da dilimize kazandırmayı bir misyon kabul etmişti. Burhan Arpad'ın kırk yılı bulan çeviri çabaları bence şu sonucu vermiştir: Türk okuru Alman edebiyatının değerli eserlerini onun çevirileriyle tanımıştır. 

- Babanızın açtığı yolda yürüyorsunuz, roman ve öyküleriniz, gazete yazılarınız dışında, Almancadan Türkçeye çok sayıda kitap da çevirdiniz. Siz bugün geldiğimiz noktada, iki edebiyatın ilişkilerini nasıl görüyorsunuz? 
- Günümüzde modern Alman edebiyatından Türkçeye eskisine göre az çeviri yapılıyor. Çünkü Alman edebiyatı savaş yıllarında aldığı derin yarayı kapatamadı, toplum az önce sözünü ettiğimiz yazarlara eşit değerde yazarlar çıkaramadı. Bugün Alman yayınevleri modern yazarlarımız dışında Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip Adıvar, Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık'a daha çok ilgi duyuyorsa iki edebiyat arasındaki ilişki ters yönde de başarılı olmaya başlamış demektir. Çağdaş Alman edebiyatı ile çağdaş Türk edebiyatının birbirlerini etkilediğini henüz söyleyemeyiz. Bu bence yeni başlamış bir süreç. 

22 Kasım 2009

Telefon kulübeleri

Cumhuriyet, Dergi 22.11.2009 
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Saçlarını parıltılı bir yeşile boyamış, üzerinde kapkara bir giysi, kulaklarında maden küpeler, ayağında kısa bir etek, altında fileli kara çoraplar. Karşısındaki gençle tartışıyor. O da karalar içinde. Boyalı saçlarıyla, öfkesinden tüyleri kalkmış foksterier köpeği andırıyor. Yanlarında karalara bürünmüş başkaları da var. Hepsi de birbirine benzeyen kızlı erkekli bir grup genç. Ellerde bira şişeleri, çoğu aileleri ile sorunlu, kimi toplumla da karşıt tipler. Kollarda, omuzlarda, yanaklarda dövmeler. Birinin sol kolunu boydan bir kertenkele kaplıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yanlarından geçenler tuhaf, biraz da ürkek onlara bakıyor ve hızla yoluna devam ediyorlar. 
 
Karalı gençlerin hemen karşısında bir telefon dükkânı! Kentin birçok yerindeki bu dükkânlardan vatan hasreti çeken yabancılar Amerika'dan Afrika'ya, Asya ülkelerine, Türkiye'ye ucuza telefon edip, yakınları ile dakikalarca çene çalıyorlar. Kapısında, çocuklarını sakinleştirmeye çalışan bir Afrika güzeli durmuş. Hemen yanında dizinin dibindeki plastik torbalara göz kulak olan bir türbanlı, az ötede iki kabadayı. Hepsi de birilerini bekliyor gibi. İçerde yan yana, maviye boyanmış altı telefon kabini. Birkaç da bilgisayar var. Her kafadan bir ses çıkıyor. Anlaşılmaz lisanlar kulağa geliyor. Burası bir Cybercafé, bir Babil Kulesi! Tanrı insanların dillerini karıştırmış, kimse kimseyi anlamıyor! Çünkü Almanca konuşulmuyor. Telefon kabinlerinden duyulan Çince, Arapça, Fransızca, İtalyanca ve Türkçeye çeşitli Afrika dilleri de karışıyor. Kasada oturan gençten adam Hintliyi andırıyor. Kurnaz patron bakışlarıyla hiçbir şeyi gözden kaçırmıyor. Dükkânı sabahın erken saatlerinden gece yarısına dek açık. Üç numaralı kabindeki kara tenli kadın çok yumuşak bir sesle, gülümseyerek konuşuyor. Elinden tuttuğu küçük kızı fıldır fıldır gözlerle sağına soluna bakınıyor. Hemen yanındaki kabinde saçı sakalı birbirine karışmış, Güney Amerikalıyı andıran genç pek heyecanlı. Yüzü kıpkırmızı. Ne konuştuğu anlaşılmasın diye dar kabinin kapısını kapatmış. Bir kabin ötedeki genç kız film artisti kadar güzel. Yüksek sesle İngilizce konuşuyor. Çok uzaklardaki annesine bir "Üç Silahşorlar" müzikalinden söz ediyor. Bir numaralı kabinde konuşan sakallı vatandaşımız müthiş heyecanlı. Bereket versin onu tek anlayan benim! Dışarıdaki plastik torbalının eşi olacak. Kasadaki Hintli, çekik gözlü bir kadına değişik telefon ücretleri konusunda bilgi veriyor. Onu anlamayan kadın tekrar tekrar soruyor. Adam sabırlı, yanıtları hep aynı oluyor. Kadın on dakika sonra dükkânı terk ediyor. Hiçbir şey anlamamış olduğu suratından belli. Sıra bende. Elimdeki kâğıdı uzatıp, fotokopi çekmesini rica ediyorum. Tam 170 ülkeden 140 bin insanın yaşadığı ve yüzün üzerinde yabancı dilin konuşulduğu Stuttgart'ta bu telefon dükkânları para basıyor! Her renkten, her kültürden, her dinden insan kapılarını aşındırıyor. 
 
Stuttgart tren istasyonunun altındaki pasaj sabah akşam insan kaynıyor. Karalar içindeki, vücutları dövmeli gençler pasajın büyük Schloss parkına açılan girişini kendilerine çoktandır yer edindiler. İş çıkışı otobüse, tramvaya, metroya, trene koşuşturanların kendilerini toplumdan dışlamış o tiplere bakacak zamanı yok. Canları da istemiyor.
 
www.ahmet-arpad.de

8 Kasım 2009

Mao'nun devrimi ve toprak ağaları

Cumhuriyet Dergi 08.11.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Onlar bir deri, bir kemik, omuzları çökmüş, yorgun, bitkin, giysileri yırtık, ayaklarında ayakkabılar incecik, sırtlarında torbalar, sepetler, yürümeye çabalıyorlar, sürükleniyorlar. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar. Ötekiler ise güçlü kuvvetli, bakışları sert, ellerinde sopalar, kırbaçlar, tabancalar, giysileri iyi kumaştan, görünümleri sağlıklı. Az ötede bir çuval buğday yere dökülmüş, ince sakallı yaşlı adam eğilmiş topluyor. Neredeyse gözlerinden yaşlar boşanacak. Yanında dikilen kaşları çatık üniformalı gülümseyerek onu seyrediyor. Dizleri üzerinde çökmüş kadın ağlayan küçük kızını sakinleştirmeye çalışıyor. Hemen yanında duran üç erkek bağırıp çağırıyor, elleri havada, bakışları çakmak çakmak. Üzerlerine yürüyen korucular kırbaçlarını çıplak sırtlarına indirmeye hazır. Başında şapkası, çekik gözleriyle tilkiyi andıran adam kocaman koltuğuna kurulmuş, üzerinde yerlere kadar uzanan ipek giysi, olup biteni, dudaklarında bir sırıtma izliyor. O, kiraya verdiği ucu bucağı görünmeyen topraklarını işleyen zavallı köylüleri sömüren, onlardan yüksek vergiler, ürünlerinden pay alan, uşaklarına güçsüzleri hırpalatan, onlara eziyet çektiren güçlü ağa Liu Wencai.
 
Frankfurt'un ünlü sanat evi Schirn en büyük salonunu tam yüz heykele açmış. Mao'nun emriyle yaratılan bu heykellerle insanlara bilge liderin devrimi başarıya ulaşana kadar nasıl sömürülmüş olduklarını anlatmak amaçlanmış. Tüm çabalara karşın Venedik Bineali ve Kassel ünlü sanat etkinliği Documenta'nın bile sergileyemediği insan büyüklüğündeki bu heykellerin bakır kaplı fiberglas kopyaları ilk kez yurtdışına çıktı. Çin'in 2009 Kitap Fuarı'nda "konuk ülke" olması nedeniyle Frankfurt'a yollanmaları heyecan verici bir olay. Ancak bu heyecan verici bir sanat olayı mı, yoksa siyasi bir propaganda mı, üzerinde tartışılır. Tuğlacı çamurundan oluşturulan heykelleri yaratan on dört heykeltıraştan biri olan Wang Guanyi onların boyutları ve işçiliklerindeki kaliteleriyle Michelangelo ve Rodin'in eserlerini bile kolayca geride bıraktığına inanıyor. Söylenenlere göre toprak ağası Wencai'in Sichuan eyaletinin Dayi kasabasındaki büyük çiftliğini 1965'ten bu yana yüz binler gezmiş, heykellere hayran kalmış. "Sınıflar arası savaş aldatmacası ile felaketlere ve ıstıraplara neden olmuş Mao'nun yaptıklarını Hitler'in işlediği suçlarla kıyaslayabiliriz" diyen ve fuara katılımıyla Çin yönetimi temsilcilerini çok öfkelendiren kadın gazeteci-yazar Dai Qing'e göre ise bu sergide sanatla politika el ele veriyor.
 
Kitap fuarının bu yılkı konuğu sorunluydu. Çin'in Frankfurt'a yolladıkları yönetim onaylısı yayıncılar ve yazarlardı. Delegasyon üyeleri eleştirel hiçbir röportajı kabul etmedikleri gibi, basın toplantılarında hoşlarına gitmeyen soruları da yanıtsız bıraktılar. Geçmişte diyaloglara açık olan Frankfurt Kitap Fuarı bu yıl Çinli konukların tam denetimindeydi diyebiliriz. Bir Alman gazetesi: "Pekin'in Kitap Fuarı Frankfurt'a konuk idi" başlığını atmakla hiç de abartmamıştı. Çin medyasına göre ise "kendini beğenmiş Alman basını kötü niyetli yayın yaptı".
 
www.ahmet-arpad.de

18 Ekim 2009

Breisach Katedrali dine inananların eseri

Cumhuriyet Dergi 18.10.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Adam uzun mu uzun. İpince. Karalar giyinmiş. Yanındaki ufak tefek kadın da. Mihrabın loşluğunda durmuşlar, aralarında fısıldaşıyorlar. Adam eğilmiş, kamburu çıkmış, kadına bir şeyler söylüyor. Camları rengârenk pencerelerden giren güneş ışığı onlara arkadan vuruyor. Sonra ağır ağır yürüyorlar, kocaman sütunlar arasında geziniyorlar. Arada sırada susuyorlar, başlarını kaldırıp, tepelerindeki kubbeye, pencerelere bakıyorlar. İlginç bir çift. Katedralde başka insanlar da var. Sütunlar arasında süzülür gibi gezinen, köşelerde sessizce dua eden. Rahatlatıcı bir huzur her yerde. 16. yüzyılın bu dev yapısında değişik dönemler seçiliyor. Romantik ve Gotik yapı stili ağırlıklı. Büyük mihraptan kubbeye yükselen tahta oyma işçiliği beş yüz yıllık. Tanrı, Meryem Ana, İsa bir arada. Sütunları birbirine bağlayan taş işçiliği de eşsiz. Yukarılarda çalgı çalan melekler, fresklerde kıyamet günü, alevler, lanetlenmişler. Breisach katedrali insanın olağanüstü yaratıcılığının kanıtı, göreni etkisi altında bırakan eşsiz bir eser.
 
Aynı anda bir turist grubu katedralden içeri giriyor. Amerikalı olacaklar. Giysiler renkli. Yaz sıcakları geride kalmasına karşın kimileri şortlu. Yüksek sesle konuşuyorlar, gülüşüp duruyorlar. Huzur verici o sessizlik bir anda bozuluyor. Önden yürüyen kadın rehber bir şeyler anlatıyor. Pek azı onu dinliyor. Aceleci adımlarla bir köşeden bir köşeye gidiyorlar. Dün Paris, yarın Heidelberg, ertesi gün Münih, ardından Viyana. Bir haftada koştura koştura Avrupa turu!
 
Karalar içindeki çift az sonra dışarda, büyük kapının yanında durmuş, katedralin taşlarını okşuyor. Adam yanımıza gelip, şöyle bir selam verdikten sonra soruyor: "Acaba Freiburg'a en çabuk nasıl gidebiliriz?" Tren istasyonuna giden yolu tarif ediyorum. Sonra birlikte yürürken anlatıyor. Annesiyle babasının doğduğu topraklara bu ilk gelişiydi. "Onlar Breisach'ı 1937'de çok ani terk etmişler" diye konuşuyor. Sesinde bir hüzün seziliyor. "Önce sınırın ötesindeki Colmar'a, oradan da İngiltere'ye kapağı atmışlar." Naziler 1938'de sinagogu yakmış, ardından da yedi yüz yıldır bu kentte yaşayan tüm Yahudileri Güney Fransa'daki Gurs toplama kampına atmışlar. Adamla kız kardeşi İngiltere'de dünyaya gelmişti. Bakışları katedralin çifte kulelerinde: "Bu dev yapıyı gerçekten dine inanan insanlar yaratmış, ideologlar değil!" diye mırıldanıyor ve veda edip yokuş aşağı yürüyor, hafif öne eğik, yanında kız kardeşi. Biz durup doğayı içimize sindiriyoruz.
 
Ötelerde tarlalar, daha ötelerde ormanlar, sisler ardında dağlar. Güz iniyor Karaormanlar'a, renkler başlamış değişmeye. Koyun sürüleri yamaçlarda girmiş otlara. Ren'in suları pırıl pırıl. Karşı kıyı Fransa, bu kıyı Almanya. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız bombalarıyla tümüne yakını yıkılmış olan Breisach'ın şirin evleri on yıl gibi kısa bir sürede yenilenmiş. Başımızı çevirip arkamıza bakıyoruz. Dev katedral dört bin yıllık Breisach'ın tepesinde, toprak rengi ve beyaz evlerin üzerine çökmüş, her şeye hâkim. Yamaçlardan inen bağlarda kütükler üzüm dolu. Bahçelerde elmalar kızarmış. Mısır tarlaları göz alabildiğine. 
 
www.ahmet-arpad.de

4 Ekim 2009

Masaların üstünde dans eden Japonlar

Cumhuriyet Dergi 04.10.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üstünde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Dans edenler ünlü panayır melodilerine hep bir ağızdan eşlik ediyor. Garson kızlar zor yetiştiriyor masalara bira ve kızarmış yarım tavukları. Litrelik kadehler havalarda. Güney Almanya'da Stuttgart ve Münih bira bayramları panayır coşkusunda. İki haftada on milyon insan akın akın dolduruyor çadırları. Sadece Münih'teki bayramda bir günde içilen bira tam yarım milyon litre! Her Alman yılda 110 litre birayı kafasına dikiyor.
 
Dev çadır ayakta, on bine yakın insanın coşkusu sonsuz. Az ötede birkaç Japon. Danslara uymaya, şarkılara eşlik etmeye çalışıyorlar. Yan masadan sokulan yaşlıca kadın Japonlardan birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Görenler alkışlıyor, laf atanlar da var. Kadın bir hamlede uzun masanın üzerine fırlıyor. Japon peşinden. Danslarına masada devam ediyorlar. Öteki Japonlar bağıra çağıra kahkahalar atıyor, flaşlar yanıp sönüyor. Kocaman sahnenin önünde üç Afrika güzeli, dekolteleri bakışları çeken, danteller ve çiçeklerle süslü, beyaz köylü giysilerine bürünmüş, şen şakrak, el çırpıp Bavyera şarkılarına katılıyorlar. Kısa deri pantolonlu, gri keçeden sivri şapkalı çapkınlar çevrelerini sarıyor. Kızlar oynak mı oynak, kıvrak mı kıvrak. Saatler ilerledikçe insanlar birbirlerine yakınlaşıyor, sohbete dalıyor, dans ediyor, sarılıyor, öpüşüyor...
 
Her yer rengârenk, ışıl ışıl. Sonsuz bir ışık denizi uzanıyor. Atlıkarıncalar, uçan sandalyeler, salıncaklar, çarpışan otomobiller. Onlar hep var, çocukluğumuzda da vardı, bugün de var, aradan onlarca yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uydurup ne kadar modernleşirse modernleşsin, dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Onlar nostalji. Dünyanın taşınabilir en büyük dönme dolabı ışıklara bürünmüş. Yüksekten korkmayanlar altmış metre tepeden aşağıda olup bitenlere bakıyor. Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor.
 
Ülkede işsizlik almış başını yürümüş, geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış. Ancak bir gün için de olsa bu sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar dünyanın bu en büyük iki panayırına. Arpa suyunu kadeh kadeh deviriyorlar, boş veriyorlar yaşamın dertlerine! Almanya'nın en pahalı birası, en leziz kızarmış tavuğu Münih'in, Stuttgart'ın bira bayramlarında. Sanki hiç kimse cebindeki parayı umursamıyor. Önemli olan, bir kaç saatliğine olsa da, sorunları unutmak, panayırın coşku dolu havasıyla kendinden geçmek. Onlar sokakta karşınıza çıkan Almanlar değil, değişivermişler, keyifli ve güleç tümü. Neşenin sınır tanımadığı bira çadırları da sanki Almanya değil. Ne güzel olurdu günlük yaşamlarında da hep böyle olsalardı! Hayır, olmuyor, ertesi sabah uyandıklarında, her şey yine eski hamam, eski tas!
 
Renkli giysiler içinde bir adam saksofon çalıyor, geçmişten hüzünlü melodiler. Omzuna oturmuş tüyleri alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor.
 
www.ahmet-arpad.de

13 Eylül 2009

Balet Thomas: Fındıkkıran'dan sedef düğmelere

Cumhuriyet Dergi 13.09.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART

Rengârenk bir dükkân. Kumaşlar her cinsten, desenli, düz, parlak. İnciler, boncuklar, ışıl ışıl. Bordürler, şeritler, kalınlı inceli kumaş, deri kemerler. Ve düğmeler çekmecelerde, raflarda, camlar arkasında. Yüzlerce değil, binlerce. Tahta, taş, kumaş, maden, inci, sedef düğmeler. Çoğu el işçiliği, yabancı malı. Çin'den İtalya'ya düğmeler. Buraya gelip de, hoşuna giden düğmeyi bulamadan, eli boş dönen yok. Çünkü eski balet Thomas'ın bundan beş yıl önce Stuttgart'ın göbeğinde açtığı "Altın Düğme" dükkânında düğmenin envai çeşidi var!
 
2003 yılına kadar Stuttgart Devlet Balesi'nin ünlü solistlerinden biriydi. Altı yaşında başladığı bale yaşamında Stuttgart'ta doruğa ulaşmıştı. Bale müdürü Reid Anderson döneminde "Fındıkkıran", "Kuğu Gölü", "Romeo ve Jülyet", "Onegin" gibi eserlerde birlikte sahneye çıktığı Türk balet İbrahim Önal bugün Berlin'de hâlâ sahnede. Ünlü Meriç Sümen'in öğrencisi Önal sanatının doruğuna Almanya'da erişti. Thomas'a gelince, o yaşı otuza yaklaştığında: "Bale beni bırakmadan, ben onu bırakayım," diyerek sahneden ayrılıp, balet arkadaşı Friedemann ile ortak bu kumaş-düğme dükkânını açtı. O böyle yapmakla ne ününü, ne de sağlığını yitirdi. "Bale sanatçıları ömür boyu dans edemez," diyen Thomas'ın çok şikâyet ettiği bir şey var. Ömrünü bu sanata adamış çoğu genç balet sağlık nedenleriyle sahneden çekilince kendini bir boşlukta, hatta karanlık bir kuyunun dibinde buluyor. İngiltere'de, Birleşik Amerika'da, Hollanda'da bu sanatçılara destek veren, bale sonrası zor dönemi atlatmalarını, günlük yaşama alışmalarını sağlayan kuruluşlar var. Daha ilkokul öncesinden başlayarak yirmi küsur yıl gece-gündüz sadece bale için yaşamış, hemen hemen hiç özel yaşamı olmamış gençlerin bildikleri tek şey bale. Başka meslekleri yok, çoğu otuz yaşında emekli! Başkaları mesleğe atılırken onlar meslekten çekiliyor.
 
"Ne yapacağını bilmediği için otuzundan sonra hâlâ baleye devam eden sağlığını riske sokar," diyor Thomas. Balerinlerde ilk sağlık sorunu ayaklarda başlıyor, erkeklerde ise, balerinlerini havaya kaldırdıkları için sırt sorun yaratıyor. Thomas cesurdu, girişkendi, şanslıydı da. Artık sadece düğme ile incik boncuk satmıyor, son iki yıldır moda da yapıyor. Çok değişik gelinliklerle tuvaletleri yeğleyen kadınlar kumaşlarını "Altın Düğme"de seçiyor. Modelini Thomas'ın çizdiği bu değerli giysiler onun terzilerince dikiliyor. İkinci mesleğinde başarılı olmasının nedenlerinden biri de bale yaptığı yıllardan kalma tanışları, seyircileri. Onlar şimdi Thomas'ın en sadık müşterileri!
 
"Altın Düğme"ye İstanbul'dan getirdiğim şık Nişantaşı gömleğinin ucuz görünümlü düğmelerini değiştirmek için uğramıştım. Ayaküstü sohbetin ardından, çıkardığı kutuları karıştırdım ve sonunda önerdiği koyu sedef düğmelerde karar kıldım. Beni kapıya kadar uğurladı. Aynı anda kucağında minnacık köpeği ile içeri giren varlıklı bir kadını hürmetle selamladı. Thomas gözleriyle gülen bir insan... 
 
www.ahmet-arpad.de

30 Ağustos 2009

Karaormanlar'ın uysal develeri...

Cumhuriyet Dergi 30.08.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Wilhelm Breitling develerle tanıştığında yıl 1975'tir. Bir Kuzey Afrika gezisinde onlara âşık olur. Yöreye yaptığı gezileri sıklaştırır ve 1982 yılına gelindiğinde Hindistan'daki Thar Çölü'nü deve sırtında geçer. Kısa süre sonra da benzeri bir yolculuğu Büyük Sahara'da yapar. Bu sevginin sonu yoktur. Kendi gibi deve meraklısı 26 yakın dostuyla Fatamorgana adını verdiği deve derneğini kurar. Afrika'ya gider, Suudi Arabistan'da tanışlar edinir, 1994 ve 1996 yıllarında Kazakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nden develer getirtir Almanya'ya, düzenlenen deve yarışlarına katılır ve 2002 yılına gelindiğinde Stuttgart'ın güneyindeki Nagold'da bugünkü çiftliği kurar.
 
Hava sıcak mı sıcak. Kimi develer yüksek ahırların serinliğine çekilmiş, kendini genç hissedenler öğle sıcağına karşın çayırları ve ağaç altlarını yeğlemiş. Wilhelm Breitling'in develerinin çoğu tek hörgüçlü. Bir köşede küçük çocuklar küçük develerle baş başa, onları okşuyorlar, bir-iki aylık yavrulara biberonla süt veriyorlar, kulaklarına bir şeyler mırıldanıyorlar, birbirlerinden hiç çekinmiyorlar. Az ötede başka çocuklar çift hörgüçlü develere binmiş gezintiye çıkmaya hazırlanıyor. Ormanda ve çayırlarda yapılan dört kilometrelik deve gezisi bir saat sürüyor. Deve çiftliğinde algılama bozukluğu olan çocuklara ergoterapi tedavisi de uygulanıyor. Çiftlik sahibi Breitling, "Deve iyi niyetli gibi görünür, fakat istedi mi de kafasına eseni yapar," diyor. "Deve köpekten çok kediye benzer."
 
3 milyon yıl önce Amerika'dan Asya'ya geçtiği tahmin edilen develer bundan 5 bin yıl önce evcilleştirilmiş. Çok dayanıklı bu yük hayvanından her kıtada yararlanılıyor. Sütü ve yünü de değerli. Hele genç develerin boyun altından elde edilen tüyler çabucak alıcı buluyor. Breitling'in çiftliğinde deve sütünden kremler, sabunlar, banyo losyonları satılıyor. Almanya'daki başka deve çiftlikleri Breitling'in elindeki bazı iyi damızlıkları satın alıyor. Sohbet sırasında, "2002 yılında 27 deve ile başlamıştım, şimdi 94 oldular," diyor. Aynı aileden develer küçük gruplar oluşturmuş. İçlerinde beyaz olanları da var. Daha yeni doğmuşlar analarının peşinden ayrılmıyor. Hele biri var ki, bakıcı kızın dediğine göre bugün ilk kez dışarı çıkmış. Ürkek. Sürekli bağırıyor, gruptan dğerleri yanına gelip, onu kokluyor. "Yatıştırmaya çalışıyorlar," diyor bakıcısı. Yeni bir grup daha temiz havaya çıkıyor. Tecrübeliler en önden koşar adım gidiyor, leziz otlar onları bekliyor. Kimisi ise hemen otlayacağına az ötedeki toprağa uzanıyor, sağına, soluna dönüp duruyor. Toprak banyosundan zevk aldıkları belli.
 
Karaormanlar'da develer. İlk kez gören gözlerine inanamıyor. Afrika'nın çölleriyle Arabistan yarımadasının kızgın kumlu tepeleri nire, güney Almanya'nın Karaormanlar'ı nire? Bu ormanlık yörede kışın aylarca kar kalkmıyor. Soğuk günler sıcak ahırlarda geçiyor, yazlar çamların, kayınların gölgesinde, yeşil çayırlarda... Bura develeri mutlu olmalı. Anavatandaki akrabaları işten işe koşarken, onlar Almanya'da keyif çatıyor. İş yok, güç yok. Ekmek elden, su gölden... 
 
www.ahmet-arpad.de

25 Ağustos 2009

Çevirmeni ve dostu: O gerçekçi ve romantikti

SABAH – Kültür-Sanat, 25.8.2009
 
Mario Simmel'in Türkçe çevirmeni ve aynı zamanda yakın dostu olan Ahmet Arpad, 1968 yılından bu yana Almanya'da serbest gazeteci, fotoğraf sanatçısı ve çevirmen olarak yaşıyor. Heinrich Böll'den Hermann Hesse'ye, Stefan Zweig'dan Thomas Bernhard'a dek pek çok yazarın eserlerinin de çevirilerini yapan Arpad'ın Karanlıkta Gölgeler ve Sakın Bize Benzemeyin adlı iki kitabı var. Arpad'a, Simmel'in yazar kimliğinin yanı sıra özel yaşamı ve dostluklarına dair de sorular sorduk.

- Simmel'in bunca sene sonra yeniden yayımlanıyor olması nasıl bir duygu?
- Simmel kitaplarının yeniden basılması, konuları hep güncel olduğu için okura bir kazanç, tabii benim için de güzel bir duygu. Simmel'in ele aldığı sorunlar yeni nesil okuru da ilgilendiren sorunlar. Sırada iki kitap daha var. Kitapları tekrar gözden geçirirken ise hiçbir değişiklik yapmadım. Şimdi tüm eserleri yeniden okurken, 70'li ve 80'li yıllarda olduğu gibi aynı heyecanı duyduğumu itiraf etmeliyim. Bence her kitabı değerli, çünkü hem sürükleyici, hem de öğretici.

- Simmel ile dost olduğunuzu biliyorum. Tanışma hikâyeniz nasıl gerçekleşti?
- Kendisiyle 1972'de Stuttgart'ta bir toplantıda tanışmış ve kendimi takdim edip, eserlerini çevirmeye başladığımı anlatmıştım. Bu tanışıklığımız ve sonrasında dostluğumuz ölümüne dek sürdü. Buluşup görüşmelerimizde sadece romanlarından söz etmezdik... Her iki yılda bir ağustosta çıkan romanları, Türkiye'de Altın Kitaplar'da eylülde çıkar, Frankfurt Kitap Fuarı'nda ilk çeviri olarak sunulurdu. Doğan Hızlan da o yıllarda Altın Kitaplar'ın editörüydü. Bu kadar çabuk çevrilmesi, yakın dostluğumuz nedeniyle, henüz çıkmamış romanı bana daha nisanda vermesiyle mümkün olurdu. Simmel ile 1973-2008 arası süren yakın dostluğumuz bir yazar-çevirmen tanışlığından öteye idi. Kimi yerde bir ağabey-kardeş, kimi yerde bir baba-oğul ilişkisiydi. Viyana, Münih, Stuttgart, Monte Carlo, Zug'daki buluşmalar, sohbetler, uzun telefon konuşmaları, yazışmalar havadan sudan değildi. İçerikleri politika, sanat, edebiyat olan heyecanlı düşünce alışverişlerini vefatından beş ay öncesine kadar sürdürmüştük.

- Simmel, özel hayatında nasıl bir insandı? Kitaplarında romantizm de mutlaka yer alıyor. Kendisi de romantik biri miydi?
- Mario Simmel, 70 milyon satmasına, her eseri filme çekilmesine karşın, öncelikle gösterişi sevmeyen, karşısındakini dinleyen alçakgönüllü biriydi. Simmel sol görüşlüydü. Küçük insanların yanındaydı. Hem çok gerçekçi hem de romantikti. Duygulu biriydi, kimseye kötülük yapamazdı, eli de açıktı...

- Onun eserlerini çok iyi tanıyan biri olarak kitaplarında öne çıkan meseleleri ve yazarlık tarzını nasıl tanımlarsınız?
- Mario Simmel ele aldığı toplumsal sorunları, macera, polisiye ve aşk kokteyli ile okura rahatça okutuyordu. Çoğu kez gerçek olaylardan yola çıkıyordu. Araştırmaları mükemmeldi, kaynakları güvenilirdi, yazmadan önce çoğu kez avukatlarına danışıyordu. Anlatımı akıcıydı, çoğu okur 500 sayfayı iki üç günde bitiriyordu.

- Ve Palyaçolarla Gözyaşları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
- Bu eserde anlatılanlar da gerçeklere dayanıyor. Simmel her zamanki gibi kadın kahramanlara ağırlık veriyor. Bırakın Yaşasınlar' a da dikkatinizi çekerim. Konusu yabancı ve Türk düşmanlığı olan kitap, yıllar sonra da ne yazık ki hep güncel.

- Simmel, 12 Eylül sonrası kitaplarının Türkiye'de yayınlanmasını yasaklatmıştı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- O dönemde izin vermemesine üzülmüş, fakat kendisine hak vermiştim. Ancak 2007'de yaptığım girişimlerle, eserlerinin Türkiye'de yeniden basılmasını kabul etmesini sağlayabildim.

- Siz şu aralar hangi projelerle uğraşıyorsunuz?
- Ben son iki yılda çeviri ağırlığını Stefan Zweig'a verdim. Ayrıca Papa suikastı üzerine bir belge eserle, Gana edebiyatından iki de roman çevirdim. Şu sıralar elimde yine iki Stefan Zweig öykü kitabı var. Biri 2009'un kasım ayında da çıkacak. Tabii Cumhuriyet'e de Almanya'dan pazar yazısı yollamaya devam ediyorum.

2 Ağustos 2009

Ankara'dan bir tren geldi...

Cumhuriyet Dergi 02.08.2009

AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Karşımızda, ırmağın öteki kıyısında hangarlar, depolar, dev vinçler, küçük yük gemileri. Daha ötelerde kentin yeşil yamaçları. Keskin bir tren düdüğü. İnsanlar irkiliyor. Mayıs sonunda Haydarpaşa'da gördüğüm "Tiyatro Treni" şimdi Neckar ırmağı kıyısında ağır ağır ilerliyor, seyircilerin önünde duruyor. Ankara'dan yola çıkan trenin İstanbul, Bükreş, Novi Sad, Zagreb ve Freiburg'da mola verdikten sonra son durağı Stuttgart oldu. Geçtiği her ülkede yerel tiyatrolar bu proje için hazırladıkları oyunları kendi dillerinde sundular. Tüm eserlerin ana teması kaçış, yabancılık, vatansızların, istismar edilenlerin, mültecilerin, sürülenlerin Avrupa özlemiydi. "Orient-Express" projesi Stuttgart Devlet Tiyatrosu ile Ankara Devlet Tiyatrosu'nun ortak bir çalışması. Bu dev proje Romanya, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya devlet tiyatrolarının da katılımıyla gerçekleşti. Yirmi ülkeden kırk tiyatronun üye olduğu European Theatre Convention (ETC) da projeyi destekledi.

Şölenin önemli oyunlarından, "80 gün, 80 gece" adlı eseri Stuttgart Devlet Tiyatrosu sahneledi. Oyunda, Romanya'da Bangladeşli ucuz işçilerin Alman piyasası için diktikleri oyuncak ayı Teddy ile yoldaşı Kaplan'ın öyküsü anlatılıyor. Alman sınırında ikisinin de taklit olduğu ortaya çıkınca, ülkeye kabul edilmiyorlar ve parçalama makinesinin önüne atılıyorlar. Seyran adındaki iyi peri, 80 gün, 80 gece içinde kendilerini seven birini bulurlarsa kurtulacaklarını söylüyor. Önce Türkiye'ye, oradan da Balkan ülkeleri üzerinden İsviçre'ye uzanan maceralı yolculuk ne olursa olsun Almanya'ya girmek isteyen iki yoldaşın karlı Alp dağlarını kaçak geçmesiyle sona eriyor. Stuttgart Devlet Tiyatrosu'nun sunduğu "80 Gün, 80 Gece" inanılmaz bir tempoda oynanıyor. Oyuncular gibi neredeyse izleyici de nefes nefese kalıyor. Ankara Devlet Tiyatrosu'nun "Ex-Press"i ise bambaşka bir oyun. Melodramı andıran melankolik bir sunuş. Bavullarıyla bir vagona sıkışmış insanlar doğudan batıya yola çıkmışlar. Sahip oldukları her şeyi geride bırakmışlar. Yanlarına aldıkları bavulları sadece umut dolu. Kaderleri ortak. Korkarak gidiyorlar umuda. Batı yolunda kazananlar olacak, her şeyini yitirenler de.

2009 yılının Mayıs ayında Ankara'dan hareket eden "Tiyatro Treni" batıya uzanan yolculuğunda geçtiği ülkelerin tren istasyonlarına bir "kültür heyecanı" getirmişti. Orient Express'in son durağı olan Stuttgart'ta bütün eserler on iki günlük bir tiyatro şöleni kapsamında tekrar sahnelendi. Uzunluğu 200 metreye varan bu tren kimi zaman Anadolu'ya da çıkıyor, Ankara'dan Tatvan'a kadar yol boyunca değişik oyunlar sergiliyor. Stuttgart Devlet Tiyatrosu'nun bir Ankara ziyaretinde doğan "Tiyatro Treni" sanatsal işbirliğinde doğu ve batı kültürleri bir araya geldi, sanatın sınır tanımadığın kanıtlandı.
 
Güneş batıyor. Bulutlar kızıla bürünmüş. Balkan müziği eşliğinde insanlar sohbet ediyor. İçkiler ellerde. Irmak kıyısında kocaman odunlar yanıyor. Sahneye fırlayan üç dansöz hemen eve gitmeyenlerin kanını kaynatıyor, coşanlar dans ediyor. Ilık bir Stuttgart akşamında her yaştan insan Orient Express'le keyiflenmiş. Keskin bir düdük sesi. Lokomotif ofluyor. Tren uzaklaşıyor, gözden kayboluyor... 
 
www.ahmet-arpad.de

21 Haziran 2009

Şarap keyfi ve yirmi milyon kaçak silah...

Cumhuriyet Dergi 21.06.2009
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Dinlenmek isteyen Stuttgart insanı boş zamanlarında kendini doğanın kucağına atar. Ne de olsa Karaormanlar, Alb tepeleri ve Rems ovası kapı komşusudur. Ormanlarında, çayırlı yamaçlarında yürüyüşler yapılan, küçük lokantalarında yörenin yemek ve şaraplarının zevkine varılan, doğası güzel, üzüm bağları ünlü Rems ovası günübirlik geziler için idealdir. İnsanları çoğunlukla savaş sonrası Doğu Avrupa ülkelerinden göç ettirilmiş Almanlardan oluşur. Piyetist ve metodistlere buralarda çok sık rastlanıyor.
 
Küçük lokantanın ıhlamur ağaçları altındaki bahçesi dolu. İki garson kız koşuşturuyor. Et, balık, patates, hamur işi, soslar dolu tabaklar gidiyor masalara. Çoğu müşteri şarap içiyor. Masaya gelen garson kız aşçıbaşının bugün özel olarak yapmış olduğu haşlanmış sığır bifteğini öneriyor. Yanında patatesle havuç var. Biz tabii bu tipik Avusturya yemeğini yeğliyoruz. Et ağızda dağılıyor. 

Az sonra yörenin taze çileğinin yanında kaymaklı İtalyan dondurmasını kaşıklarken kalabalık, gürültücü bir grup bahçeye giriyor, ikisi kadın. 
 
Orta yaşlı erkeklerin ellerinde kılıflara sokulmuş tüfekler var. Yakındaki atıcılık kulübünün üyeleri olmalı. Uzun bir masaya oturup, şaraplarını ısmarlıyorlar. Kahkahaların ardı ardası kesilmiyor. Biraz öfkeyle bakanlar oluyor. Keyifleri kaçmış gibi. 
 
Bizi öğle yemeğine davet etmiş olan tanışımız, haydi kalkalım, diyor. Kahvemizi Waldenstein kalesinin terasında içeceğiz. Neredeyse otuz yıldır Rems ovasında yaşayan, Mercedes'ten emekli tanış, yörede bol sayıda görülen atıcılık kulüplerinden hoşlanmadığını söylüyor. Genç öğrenci Tim'in yakındaki Winnen'de on altı kişiyi öldürmesinin ardından sadece buralarda 6500 silah sahibinin üzerine yirmi beş bin silahın kayıtlı olduğu ortaya çıkmış. Almanya'da on beş bin atıcılık kulübüne üye bir buçuk milyon kişinin üç bin beş yüzü kadınmış. Ruhsatlı silahların sayısı da tam on milyon. Bunlara üç yüz elli bin avcıyı da eklemek gerek!
 
Az sonra Waldenstein kalesinin kocaman terasında, Rems ovası ayaklarımızın altında elmalı pastalarımızı yerken sohbet devam ediyor. Hükümet yeni yasa çıkarmak üzere. Silah alım ve kullanımını, atıcılık sporu yapanların silahlarını evlerinde muhafaza etmelerini zorlaştırmak istiyor. Ancak yasa önerisi ne atıcılık kulübü üyelerini, ne de Tim'in öldürmüş olduğu 16 gencin ana babasını memnun ediyor. Hiçbir şey değişmez, diyor tanış. Çünkü ülkede silah lobisi çok güçlü. Unutmamak gerek, on milyon ruhsatlı silahın yanı sıra yirmi milyon da ruhsatsız silahın evlerde saklandığı Almanya dünyada ABD ile Rusya'nın ardından silah ihraç eden üçüncü büyük ülke! Satışlarını son beş yılda yüzde yetmiş arttıran Alman silah endüstrisinin en büyük alıcısı Türkiye! 
 
Dönüş yolunda tanış, o gün Gundelsbach'ta şarap bayramı olduğunu söylüyor. Uğramadan olmaz. Çayırlarda beyaz keçiler, hallerinden memnun besili inekler. Bağların önüne kurulmuş masalarda binlerce insan. Kadehler havada, keyifler yerinde. Yöresel müziğin eşliğinde şarkılar, danslar. 

Bir an için de olsa az önceki konuşmalarımızı unutuyoruz.
 
www.ahmet-arpad.de

20 Haziran 2009

Eine Begegnung mit türkischer Literatur

20. Juni 2009, Veranstaltung von ver.di Stuttgart
Ahmet Arpad
 
Eine Begegnung mit türkischer Literatur
 
Die Literatur der türkischen Nomaden
Die schriftliche und mündliche türkische Literatur vor der Annahme des Islams trägt die Spuren der Nomadenkultur. Die Natur, die Beziehung zwischen Natur und Mensch, Kriege, Siege und Niederlagen, Katastrophen, Heldentaten und die Liebe zu Frauen und zum Vaterland gehören zu den wichtigsten Themen der Werke aus dieser Zeit. Die ersten und wichtigsten mündlichen Werke sind Sagen, die bei religiösen Zeremonien und bei Siegesfeiern gesungenen Klagelieder, Liebes- und Naturgedichte und Sprichwörter bilden weitere mündliche Werke der türkischen Literatur. Diese mündlichen Werke beruhen auf chinesischen, arabischen und iranischen Quellen.
Die ersten schriftlichen literarischen Werke der Türken sind die Orhon Inschriften aus dem 6. und 7. Jahrhundert, die im Göktürk Alphabet geschrieben sind. Die Inschriften zeigen, dass die Türken schon damals über eine entwickelte Schriftsprache und eine vielfältige Erzählkunst verfügten. Die Inschriften, die über verschiedene Ereignisse wie Kriege und Siege berichten, liefern wichtige Informationen über das Leben der Türken, über ihre Leidenschaft zur Unabhängigkeit und über den Wohlstand des Volkes. 
 
Die moderne Türkei
Die moderne türkische Geschichte, die von einem dynamischen gesellschaftlichen und kulturellen Wandel beherrscht wird, beginnt mit der Öffnung nach Westen und der Abkehr von der eigenen östlichen Tradition im 19. Jahrhundert. Als Vorläufer und Pionier der modernen Lyrik gilt Tevfik Fikret (1867-1915). Er ist der wichtigste Dichter der Bewegung Servet-i Fünun (Reichtum der Künste).
Als Klassiker ist Ömer Seyfettin (1884-1920), der auch in die deutsche Sprache übersetzt wurde, zu erwähnen. Durch Seyfettin fand die türkische Umgangssprache Eingang in die Literatur. Er trat hauptsächlich als Erzähler hervor. Von ihm wurden bisher nicht sein wichtigstes Werk, ein sehr früher experimenteller Roman Efruz Bey (1919), sondern seine Erzählungen ins Deutsche übersetzt. In der Prosa wurde parallel zum Roman die Kurzgeschichte immer populärer. Ömer Seyfettin gilt als ihr Pionier. 
Der Prozess der Öffnung wurde durch die Reformen des Republikgründers Mustafa Kemal Atatürk, die auf vielen Gebieten (Alphabetwechsel, Kleider- und Kalenderreform usw.) den Charakter einer Kulturrevolution trugen, in den 1920er Jahre beschleunigt. Die Autoren der 1920er Jahre, die den Untergang des Osmanischen Reiches, den Befreiungskrieg unter Atatürk und die Gründung der Türkischen Republik miterlebt hatten, beschäftigten sich natürlich mit dieser Zeit. Liebe zum Vaterland, der neue Aufschwung, der Neue Mensch waren die Hauptthemen von Refik Halit Karay, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Resat Nuri Güntekin, Mehmet Akif Ersoy, Faruk Nafiz Çamlıbel , Halit Ziya Uşaklıgil (vor allem in seinen modernen Kurzgeschichten) und der dichtende Diplomat Yahya Kemal Beyatlı.
Mit dem Lyriker Ahmet Haşim, der in Deutschland mit dem Werk "Frankfurter Reisetagebuch" (1932) längst bekannt ist, erlebte das osmanische Türkisch seinen endgültigen Abgesang. Die Tagebucheintragungen aus dieser Zeit sind eine literarische Dokumentation von unvergleichlicher Bedeutung: Aus der Perspektive eines türkischen Dichters, der "europabegeistert" nach Frankfurt kam und von den Kriegsvorbereitungen abgeschreckt seine Meinung revidierte, erscheint das damalige Frankfurt in einem ungewöhnlichen Licht.
Ein sozialkritischer Autor des 20. Jahrhunderts war Hüseyin Rahmi Gürpinar (1864-1944). Er thematisierte vor allem soziale Ungerechtigkeit und Klassengegensätze. Er schrieb für einen breiten Leserkreis, ließ in seinen Romanen einfache Leute in ihrer Mundart sprechen. Man kann ruhig sagen, das einfache Leben fand mit Gürpinar Eingang in die Literatur. Die Schauplätze seiner Romane sind immer Istanbul.
Vor allem in den 1930er Jahren beginnt für die türkische Literatur die unaufhaltsame Öffnung nach Europa. Es entstehen Werke im Stile europäischer Literatur. Die Schauplätze wechseln zwischen Istanbul, Ankara und der anatolischen Provinz. Die Werke spiegeln eine sich wandelnde Gesellschaft, die auf Identitätssuche ist.
Die 1940er Jahre spielen in der türkischen Literatur eine wichtige Rolle. Waren die Jahre von 1920 bis 1940 die Zeit der Literaten der Gründungsjahre der Republik, nennt man die Zeit von 1940 bis 1950 die Zeit "der Modernen". In dieser kurzen, für die Gesellschaft schwierigen Zeit, wurde der Grundstein der modernen türkischen Literatur gelegt. Die Romane, Novellen und Kurzgeschichten der "Modernen", die schon Ende der 1930er Jahre ihre ersten literarischen Schritte unternahmen, hatten die Gesellschaft, den kleinen Großstadt-Menschen mit all seinen Alltagsproblemen, aber auch den anatolischen Bauern als Thema. Als ein wichtiges Werk aus dieser Zeit kann man den Roman "Der Fremdling" von Yakup Kadri Karaosmanoğlu nennen. Dieses Buch ist allerdings seit Jahren vergriffen ist, und wurde nicht wieder aufgelegt.
Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Fakir Baykurt, Sabahattin Ali,  Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Kudret Aksal, Sait Faik, Aziz Nesin und Yaşar Kemal wurden mit ihren sozial-kritischen Romanen und Novellen landesweit, manche von ihnen auch über die Landesgrenzen hinaus, sehr bekannt. 
Sabahattin Ali nennt man den ersten sozialistischen Realisten der türkischen Literatur. Denn er animiert den Leser durch seine Erzählungen über die gesellschaftlichen Verhältnisse nachzudenken. Seine Erzählungen und Romane spielen nicht nur in Istanbul, sondern auch auf dem Dorf und in der anatolischen Kleinstadt. Seine "Helden" sind Bauern, Arbeiter, Beamte und Intellektuelle. 
Die Literaten der  1940er Jahre hatten es nicht immer leicht. Vor allem nach 1945 waren ihre kritischen Werke für die Regierenden immer öfter ein Dorn im Auge. Manche von ihnen wurden verfolgt, verhaftet, Bücher zensiert und verboten. "Der Denkende und Schreibende" bereitete auch in den darauf folgenden Jahrzehnten den Politikern immer wieder Probleme. Bis heute ist es nicht viel anders!
Der 1963 im Moskauer Exil verstorbene Nazım Hikmet zählt zu den größten Dichtern der Türkei. Er war sein Leben lang Revolutionär, politisch wie literarisch. Hikmet war der Begründer und die kraftvollste Stimme der modernen Lyrik der Türkei. Er hatte nicht nur in den 1920er Jahre in den literarischen Zirkeln Moskaus die poetischen Techniken von Dada kennen gelernt, er wurde auch von Majakovskij beeinflusst. Hikmet brach radikal mit den überlieferten Formen und führte den freien Rhythmus ein. Er befreite den Vers endgültig von alten Bindungen und wurde zu einem Welt-Dichter, der mit Pablo Neruda verglichen werden kann. In deutscher Sprache sind "In jenem Jahr 1941" und "Menschenlandschaften" erschienen.
Doch es schlug auch die Stunde schwer einzuordnender Einzelgänger, wie etwa eines Ahmet Hamdi Tanpınar, der nachweislich eines der Vorbilder Orhan Pamuks ist. Nach Pamuks Worten hat Tanpınar mit seinem 1949 verfassten Roman "Seelenfrieden" das "größte Buch über Istanbul geschrieben", das je in der Türkei erschien. Pamuk vergleicht es mit dem "Ulysses" von Joyce.
Der unverwüstliche, inzwischen weit über 80jährige Yasar Kemal, dessen Romane und Erzählungen teilweise Welterfolge wurden, wurde 1997 mit dem Frankfurter Friedenspreis ausgezeichnet. Seine Werke sind in zahlreiche Sprachen übersetzt worden. Yasar Kemal hätte schon lange vor Pamuk den Nobelpreis für Literatur mehr als verdient! 
Den in der Türkei sehr bekannten Schriftsteller Aziz Nesin, kennt man hierzulande kaum. Nesin, Demokrat, Satiriker und Humanist, war ein Dauergast vor türkischen Gerichten und verbrachte insgesamt fünf Jahre in Untersuchungshaft. Ins Deutsche sind bislang nur einige seiner politischen Werke übersetzt worden, u.a.: "Ein Schiff namens Demokratie", "Wie bereitet man einen Umsturz vor", "Ein Verrückter auf dem Dach" und "Wie Elefanten-Hamdi verhaftet wurde". Nach seinem Tod 1995 sagte der große Yaşar Kemal über ihn: "Aziz Nesins Eigenschaften, besonders seine Widerstandskraft, haben ihn zu einen großen Satiriker unserer Zeit gemacht. Wer lachen kann, kann auch lieben und denken. Aziz Nesin läßt beim Lachen auch nachdenken, wie Nasreddin Hoca.
Der Autor Orhan Kemal (1914-1970), der 1952 mit seinem Werk "Cemile" die türkische Literaturszene betrat, musste zeit seines Lebens Armut ertragen, dazu noch Verleumdungen und Kritik aus der Autorenzunft. Dem setzte er entgegen: "Kritisiert und schimpft mich aus, ich habe meine Leser". Seine Helden sind Frauen, Kinder, Ausgestoßene der Gesellschaft, 'kleine Leute'. In deutscher Übersetzung erschien 1979 sein Werk "Murtaza", 2002 folgte sein Roman "Vaterhaus". Orhan Kemal wurde leider nicht weiter übersetzt. Denken vielleicht die deutschen Verleger, er entspricht nicht dem typischen Literatur-Mainstream der Türkei?
Der in Paris lebende Autor Nedim Gürsel schreibt Romane, die auf postmoderne Weise die Tradition mit der Moderne verbinden. Zurzeit muss er sich wegen Beleidigung religiöser Gefühle vor einem Istanbuler Gericht verantworten. Ihm werden beleidigende Aussagen in seinem 2008 erschienenen Roman Allahs Töchter über den Propheten Mohammed und den Islam unterstellt. In deutscher Sprache sind von ihm bisher folgende Werke erschienen:"Die erste Frau", "Die Sieben Derwische", "Ein Sommer ohne Ende", "Der Eroberer" und "Turbane in Venedig". 
 
Mutige Autorinnen
Das Thema der Frauenemanzipation, dem Atatürk besondere Bedeutung beimaß, findet in Halide Edip Adıvar (1892-1964) seine Pionierin. Sie ist ganz vom kemalistischen Geist durchdrungen. Sie hat mit ihren frühen Romanen die vorrepublikanische Frauengeneration auf die Emanzipation vorbereitet. In ihrem Meisterwerk "Das Flammenhemd" schildert sie die kämpfende, gleichberechtigte Frau. Der Hintergrund ihrer Romane und Geschichten sind die kemalistische Revolution, deren glühende Anhängerin sie war. In der Jungtürkenzeit (1908-1918) war sie bereits im Erziehungssektor, in Frauenorganisationen und als Journalistin tätig. Im türkischen Unabhängigkeitskrieg hat sie mit Mustafa Kemal Atatürk an der Front gestanden. Sie beschreibt also diese Zeit des Umbruchs und Übergangs vom Osmanischen Reich zur türkischen Republik als Zeitzeugin. Es ist der faszinierende Lebensweg einer Frau, die aus der Zeit des Harems den Weg ins öffentliche Leben findet. Halide Edip Adivar war eine Ausnahmeerscheinung. Sie hat viele Frauen zur Selbstverwirklichung ermutigt, auch zum Schreiben. 
Der Roman wurde vor allem in den 1930er Jahren zu einem Medium, das auf viele Frauen wie eine Droge wirkte. Seit der Republikgründung entstand eine ungewöhnlich erfolgreiche Unterhaltungsliteratur, die vor allem von Frauen geschrieben und konsumiert wurde. 
Da die meisten Autorinnen aus dem städtischen Milieu stammten, thematisierten sie vor allem die sozialen und psychischen Probleme der kleinbürgerlichen Schichten. An der sozialkritischen Dorfliteratur, die nach 1950 viel Beachtung fand, waren sie nicht beteiligt.
Der ganz große Durchbruch auf der literarischen Szene gelang den Frauen in den 1960er- und vor allem in den 1970er-Jahren. Es war nun eine Generation herangewachsen, die in der Republik geboren war und an den säkularen Schulen ihre Sozialisation erfahren hatte. Sie hatte von der kemalistischen Ideologie, die die Gleichstellung der Frauen verteidigte, profitiert, den Übergang zum Mehrparteiensystem 1950, die politischen Auseinandersetzungen zwischen nationalistischen und sozialistischen Jugendgruppen sowie die Einmischung des Militärs bei den Putschen 1971 und 1980 miterlebt. Alle diese Entwicklungen wurden in einer gesellschaftskritischen Literatur verarbeitet, wobei eine ganze Reihe begabter Schriftstellerinnen eine herausragende Rolle spielte.
Manche Literaturkritiker behaupten sogar, dass die türkischen Autorinnen für formale und sprachliche Experimente sehr viel offener sind als ihre männlichen Kollegen. Die Autorinnen Adâlet Ağaoğlu, Pınar Kür, Leyla Erbil und Aslı Erdoğan, deren Werke in den letzten 10 Jahren auch auf Deutsch zu lesen sind, gehören sicher dazu. 

Namhafte Autoren der modernen Literatur
Neben dem verstärkten Ausdruck weiblicher Stimmen und der Thematisierung weiblicher Existenz, der Identitätssuche und Problematik in den 1980er Jahren, etablierten sich gleichzeitig auch Themen wie Stadt, Migration, Identitätssuche, Ost-West-Konflikt, Sexualität, Geschlechterbeziehungen, Minderheitenidentität, Sozialgeschichte, politische Realität, Provinzrealität, Ausweglosigkeit des Individuums und Entfremdung. Man kann sagen, dass die Literatur der vergangenen 30 Jahre versucht hat, die Modernisierung, wie sie in der "frühen republikanischen Phase" seit etwa 1920 eingesetzt hatte, fortzuentwickeln. 1920-1940 war die Phase des Kennenlernens der neuen Gesellschaft und ihrer Probleme. 1940-1960 kam eine literarische Idee hinzu. Man hat nicht nur gefragt, was warum zu erzählen sei, sondern auch darauf geschaut wurde, wie es zum Ausdruck gebracht werden solle. In der Phase nach 1970 wurde nicht nur die gesellschaftliche Entwicklung thematisiert, sondern auch die Außenwelt mit einbezogen. Man hat die internationalen Ereignisse verstärkt beachtet und es wurde erprobt, wie der Blick auf die eigene Gesellschaft gestaltet werden könne. Man hat der Gesellschaft den Spiegel vorgehalten. Diese Epoche brachte den Begriff des "neuen Schriftstellers" in der türkischen Literatur hervor: Sie betrachten das Leben aus vielerlei Perspektiven und schreiben bewusst darüber.
 
Pioniere des 21. Jahrhunderts
Der Militärputsch am 12. September 1980 und seine Folgen werden rückblickend auch als Zäsur für die türkische Literatur empfunden. Man spricht von postmodernen und globalen Tendenzen, die nun endgültig den sozialen Realismus abgelöst haben. Die Autoren fingen gegen Ende der 1980er Jahre an, unterschiedliche Motive im Roman zu verarbeiteten: von der historischen und sozialen Struktur der Türkei bis hin zum Problem individuellen Daseins, von der ausweglosen menschlichen Situationen in Zeiten des Wandels bis hin zum chronistischen Intellektuellenbewusstsein. Diese Autoren kann man als Pioniere des neuen türkischen Romans des 21. Jahrhunderts bezeichnen. Zu diesen Autoren gehören Namen wie Inci Aral, Erendiz Atasü, Murathan Mungan, Hasan Ali Toptaş, Elif Şafak und natürlich Orhan Pamuk.
Zu den berühmten Autoren der modernen Literatur gehört außerdem Bilge Karasu. Sein wichtigstes Werk ist der Roman "Die Nacht". Hier ist noch zu erwähnen die Autorin Tomris Uyar. In ihren Kurzgeschichten "Traumverkäufer" kommt eine Weltbetrachtung zum Vorschein, die den Leser sehr zum Nachdenken veranlasst.
Ferit Edgü zählt zu den markantesten türkischen Literaten. Er ist in Deutschland sicher bekannt, doch unter einem eher politisch ausgelegten Aspekt. Sein herausragendes literarisches Können wurde bisher leider nur von wenigen Literaturkritikern gewürdigt. Die Verfılmung seınes bekanntesten Romans "Ein Winter in Hakkari" bekam 1983 den Silbernen Bären bei den Filmfestspielen in Berlin.
Der türkische Nobelpreisträger für Literatur, Orhan Pamuk ist ein Romancier, der sich in der Weltliteratur sehr gut auskennt. Allerdings ist er in der Türkei unter Literatenkollegen wegen seiner schwachen Stilistik mehr als umstritten. Vielleicht ist er auch eine Spur zu postmodern. Als Unterhaltung sicher in Ordnung, als Wissensquelle raten manche bei Pamuk zu Vorsicht. Die Türkologin, Übersetzerin und Kennerin der türkischen Literaturszene Beatrix Caner schreibt über Pamuk folgendes: "In Pamuks Romanen ist die Sprache eine Schwachstelle. Es gibt grammatische Fehler, Syntaxfehler, vor allem aber Stilfehler. Ganz besonders fällt ins Auge, dass alle Figuren auf die gleiche Art und Weise sprechen." Manche Kritiker finden sogar, dass gut gelungene Pamuk-Übersetzungen beinahe besser sind als das Original.
Die Spannweite der inzwischen auf dem deutschen Büchermarkt präsentierten literarischen Werke aus der Türkei reicht von klassischen Romanen des 20. Jahrhunderts bis hin zu Werken der jüngsten Generation türkischer Autorinnen und Autoren. Alle zeigen die literarische Vielfalt und einen faszinierenden Reichtum der Lebensformen und Anschauungen. Am Beispiel der Literatur stellt man fest, wie radikal sich die Türkei seit der Öffnung nach Europa, vor allem seit Gründung der Republik (1923), von den erstarrten Formen und Konventionen der osmanischen Traditionen gelöst hat. Besondere Aufmerksamkeit erfährt die wachsende kosmopolitisch-moderne Literaturszene, aus der immer mehr bedeutende junge Autoren hervorgehen. Das kreative Spannungsverhältnis zwischen anatolischen Kulturelementen und westlichen Denkrichtungen und literarischen Strömungen hat viele Meisterwerke hervorgebracht, die noch zu entdecken sind. 

14 Haziran 2009

1920'lerin Berlin'i...

Cumhuriyet Dergi 14.06.2009

Stefanie Siebert bir "kumaş artisti." Onlarca kumaş çeşidinden, yıllarca çalışarak insanlar yaratmış, üstelik sadece insanlara da değil bir döneme vücut vermiş. 1920'lerin Berlini'ni evinin salonuna taşımış. Şimdi bu insanların kalıcı olması için onları sürekli sergileyeceği bir mekân arıyor.
AHMET ARPAD
 
Smokinli erkekler, şık tuvaletli kadınlar. Hepsi yaşını başını almış. Suratlar kırışmış, yanaklar sarkmış, gerdanlar çifte, burunlar düşmüş, bakışlar tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık. Yiyip içmekten, eğlenmekten başka bir şey yok kafalarında. Suratlarından belli, bolluk içindeki bir toplumun bu üst sınıf insanlarının dünya umurunda değil. Ziyafet masasının çevresinde garsonlar koşuşturuyor. Üzeri tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, haşlanmış domuz başı, salamlar, sosislerle dolu masa neredeyse çökecek.
 
Suratları kat kat boyalı kadınlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken, erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli, ağır mı ağır. Bir zamanki güzelliklerinden pek bir şey kalmamış olsa da kırıtmayı, göz süzmeyi hâlâ çok iyi beceriyorlar. Yanlarındaki adamların parasını yedikleri belli.
 
Kocaman salonun bir başka köşesinde küçük bir orkestra, en popüler dans melodilerini döktürüyor. Yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı boyalı kocaman ağzını açmış sonuna kadar, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ak saçlı bir adam dans ettiği genç kızın omzuna başını dayamış. Az ötede, üzeri pastalar, kekler dolu bir başka masanın çevresinde toplanmış üç-beş kadın pahalı porselen fincanlardan kahve içip, kahkahalar atıyor. Masanın altına uzanmış süslü püslü köpekleri uyukluyor. 1920'li yılların Berlin'indeyiz. Otto Dix'in insanları karşımızda. Sanki yaşıyorlar!
Hepsinin arasında, kızıl saçları beline kadar uzanan bir kadın gülümseyerek dolaşıp duruyor. Masadan masaya gidiyor. Tüm salondaki tek canlı o. Stefanie Siebert, Tübingenli bir "kumaş artisti". Salonu dolduran, insan büyüklüğündeki altmış figürün yaratıcısı. Yıllarını vermiş gerçek bir el emeği olan bu insanlara.
 
"Burası benim dünyam, bu dünyada ben insanlarımla neredeyse gece-gündüz yaşıyorum" diyor ve gülümseyerek devam ediyor, "Onlarla ben akrabayız." Sanırım bir yerde de gerçeği söylüyor. Böylesine bir çalışma başka türlü mümkün olmazdı.
 
İnsanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık styropor taneleri. Stefanie Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor. Az ötede, elinde uzun namlulu bir tüfek, Mrs. Marple oturuyor. Yanında duruyoruz. Öfkeli gözlerle bize bakıyor. Birkaç adım sonra aşçılar çıkıyor karşımıza. Büyük masanın çevresine toplanmış davetlilere leziz yemekler yetiştirmeye çalışıyorlar.
 
Bayan Siebert'e, bütün bunları başarmak için sadece sanatçı olmanın yetmeyeceğini söylüyorum. İdealist olmak da gerekli. "Evet" diyor biraz düşünceli. "El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır insanlarımla ortak yaşamımda bana hep eşlik etti."
 
Ziyafet masasına sokuluyoruz. Gülüp konuşanlar, siyah havyara kaşık daldıranlar, kuşkonmazı elle yiyenler, karşısındaki hovarda suratlı zengin ihtiyara göz kırpanlar... Yanında durduğum posbıyıklı garson, elinde şampanya şisesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli.
 
"Canlandırdığım erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kellifelli kimseler" diye anlatıyor bayan Siebert. Dudaklarında hep bir gülümseme var. Devam ediyor: "Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamayı sürdüren şıngır şıngır kişiler."
 
Tübingen'in yeşil yamaçlarındaki şirin evinin odaları duvarlarına kadar kumaş, masaların çekmeceleri makara makara iplik dolu, her renkte, her kalınlıkta.
 
"Gördüğünüz insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Makinemi pek kullanmam. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor." Gerçekten de Bernina 1230 dikiş makinesi bir köşede öyle duruyor. "Kullandığım her şey yumuşak olmalı. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına..."
 
Soruyorum, dikiş dikmeye ne zaman başladığını. "Gençliğimde" diyor. "Size çok şaşırtıcı gelebilir, fakat okul yıllarımda el işi dersinden hep düşük not alırdım. Dikişe merak sonradan gelivermişti. Birdenbire."
 
Bayan Siebert, insanlarının kalıcı olması için onları sürekli sergileyeceği bir mekân arıyor. Burası bir galeri ya da bir müze salonu olabilir. Şimdilik geziyorlar, kentten kente gidiyorlar, büyük mağazaların vitrinlerinde, galerilerde, salonlarda, saraylarda görenleri hayrete düşürüp, kendilerine hayran bıraktırıyorlar. Bu yaz tatilini Kuzey Almanya'nın Barth kentinde, deniz kıyısında geçireceklermiş.
 
www.ahmet-arpad.de

23 Mayıs 2009

Türk Medyasının Türkçesi

Ahmet Arpad'ın 23.05.2009 tarihinde Essen Üniversitesi'ndeki
"Göçmenlerin Anadili Sorunu ve Çözüm Önerileri" sempozyumunda yaptığı konuşma

Ahmet Arpad
Siyasetçi-medya patronu ilişkisi 1980li yıllarda Turgut Özal ile başlamış ve sonra da güçlenerek varlığını sürdürmüştür. Yasalar, bir gazete ya da televizyon kanalı sahibinin bir başka gazete ya da televizyon kanalındaki mülkiyetini sınırlamışsa da günümüzde tekelciliğe karşı konulmuş olan bu yasaya kimse uymaz. Bugünkü Türkiye'de "kurallara ve yasalara uymama" davranışı en yaygın olarak siyasette ve medyada görülmektedir. 12 Eylül 1980 dönemi ile başlatılan, Turgut Özal ile temelleri sağlamlaştırılan ve onun "çocuklarınca" sürdürülen, tüm medyayı pençesine alan yozlaşma, siyaset, ticaret ve medya ortak ilişkisinden kaynaklanır. Son 5-6 yılda oldukça gelişen ve de güçlenen bir "siyaset-ticaret-medya-bürokrasi-tarikat" ortak ilişkisini günümüzde bütün gücüyle yaşıyoruz. Bunun bence en önemli nedeni, genel bir yağma kültürünün hem siyasete hem de medyaya egemen olmasıdır. İşte bu tip bir medya da, yapısı nedeniyle  bir çok gazete ve televizyon kanalını içinde barındıran holdingleri aracılığı ile toplumun haber ve bilgi alma özgürlüğünü olumsuz etkiler, hatta yerine göre de kısıtlar. Siyaset-medya ilişkisi demokrasiye büyük zarar vermeyi geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmektedir. Böyle bir yapıda, patronun bir siyasal lidere yakınlığına ses çıkarmayan, daha doğrusu o politikacının görüşünü destekleyici makaleler kaleme alan köşe yazarının cebine, kalitesi ve yeteneği ne olursa olsun, ay be ay on binlerce dolar doldurulur.
Günümüz Türkiyesinde medya ve politika yozlaşması birbirine paralel ve hızlı adımlarla ilerlemektedir. Bu iki gücün yozlaşmasının, onların büyük etkisindeki topluma da sıçramaya başladığının belirtilerini çoktandır sezmemek mümkün değil. Bugün Türk medyasına egemen olan Türkçe yozlaşması yazılı basından çok televizyonlarda ve radyolarda görülmekte. Ekranlara çıkanlar, mikrofonu eline alanlar Türkçeyi, kurdukları cümle yapısıyla ve çoğu kelimeyi yanlış vurgulayarak bozmaktalar. Yabancı dilden gelen kelimeleri konuşmalarının arasına yerli yersiz yerleştiriyorlar. Aynı cümlenin içinde yeni Türkçe ve eski Türkçe kelimeleri bir arada kullanıyorlar. Buna yazılı basında da sıkça rastlanıyor. 
 
Bir ülkenin yozlaşması toplumun bütün katlarında ve yaşamın tüm alanlarında başlar. Türkçenin bozulmasındaki en önemli etkenlerden biri de eğitimin kötüleşmesidir. Devlet okullarının verdiği eğitim çoktan düşüşe geçti, klasik liseler bir anlamda iflasın eşiğinde, imam hatip okulları ise tüm yurda yayıldı. Çocuklar daha adlarını soyadlarını doğru dürüst yazmasını bilmiyor. Cep telefonları ve bilgisayarlar aracılığı ile birbirlerine imla hatası dolu mesajlar yazanlar, doğru bir cümle kurmasını beceremiyor. Bunun da en önemli nedenlerinden biri bence üniversite giriş sınavları. Test sınavına göre hazırlanan sınavlar bütün lise öğrenimini test çözen öğrenci modeline çeviriyor. 
Toplumca gittikçe kültürsüzleşiyoruz. Televizyon bağımlısı insanımız kendini daha çok ekran karşısında oturarak, dizi seyrederek, ya da boyalı basının makaleden çok reklam içeren gazetelerini okuyarak eğitiyor. Dizilerdeki bozuk Türkçeyi Türkçe sanıyor, ona özeniyor, gazete makalelerindeki, ya da son on yılda edebiyat dünyamızı fetheden modern edebiyatçıların romanlarındaki anlatım dilini modern Türkçe diye kabul ediyor. 
 
Bugün büyük kentlerde nüfusun çoğunluğunu kırdan kente göç etmiş, gecekondu mahallerini kurmuş insanlar oluşturuyor. Bu insanlar büyük kentte büyümüş, oranın yaşamından başkasını tanımayan çocuklarına örnek olamıyor, onları büyütüp eğitemiyor. İşte "siyaset-ticaret-tarikat" hamurunda yoğrulmuş medya ideolojisi, kültürü ve diliyle bu insanlarımızı etkiliyor.
 
"Cebimi nasıl doldururum" düşüncesiyle hareket eden "öncü medya"nın tarafsız olması mümkün değidir. Az önce sözünü ettiğim "beşli"nin (siyaset-ticaret-medya-bürokrasi-tarikat) Türk toplumu üzerinde oluşturduğu ortaklık ürkütücü bir aşamada! Onların çıkar ortaklığı bir medya tekeline neden olup, zamanla topluma her istedigini kabullendirebilir. Görüşlerinden diline kadar, bu yelpaze geniştir. Ve bir gün gelecek ki, medya bağımlısı insanlarımız şimdi kullandıkları "Türkçe olmayan Türkçe"ye alıştıkları gibi, tüm yozlaşmayı da olağan bulacaklardır. 
 
"Popüler kültür" denilen canavar, üç beş holdingin elinde tüm toplumu pençesine alıp, eğip bükerken onu holding çıkarlarına uygun olarak yoğuruyor. Gazeteleri, dergileri, radyoları ve televizyonları aracılığıyla bilinçaltımıza işleniyor. Gazetelerde, dergilerde köşe kapmış kimi kimseler bildikleri ya da bilmedikleri konularda gerekli gereksiz ahkam kesiyor. Farklılıklar ortadan kalkıyor, toplum yanlış bilgilendiriliyor. Biz buna "kültürün küresel yozlaşmasıdır” da diyebiliriz. Yönlendirilme, yanlış bilgilendirilme, birörnekleştirilme ve bütün bunların sonucunda  oluşan kültürel bir yozlaşma.
 
Medyanın haber ve bilgi vermesinin ötesinde dünyayı yorumlamak ve aktarmak gibi bir görevi de vardır. Günümüz medyası bütün dünyada gücünü kullanırken, kendi sermaye gruplarının çıkarlarını ön planda tutar, toplumu kimi zaman politikacılarla yaptığı ortaklıklara doğru yönlendirir. Gerçek görevleri, doğru haber ve bilgi aktarmak olan gazete ve televizyonlar halkın önünde gün be gün sınav verdiklerini kimi zaman unutmaktalar. Medya görevini ciddiye almalı, bunu kendi çıkarlarına uygun değil de, toplumun çıkarlarına uygun yerine getirmelidir. Gazete okurken insan kimi zaman: "Köşe yazarı, entelektüel altyapısının eksikliğini kapatmak için mi Türkçe'yi bilinçli bozuyor?” diye sormadan edemiyor. Yoksa, böyle yazarsak okunuyor, böyle yazarsak para kazanabiliyoruz diye mi kafalarından geçiriyorlar?
 
Günlük yaşamda kavramların yıpratıldığına, içlerinin boşaltıldığına tanık oluyoruz. Tabii 'yazar' da bundan nasibini almıyor değil. Hiçbir şey üretmeyenin 'sanatçı' sayıldığı bir ülkede, her yazı yazan da 'yazar' sayılıyor. Bu çok ünlü 'yazı yazan'ların Türkçe yanlışları da 'değişik anlatım' diye sunuluyor; bilgisizlikleri hoş gösteriliyor. Çoğu köşe yazarı ve gazete haber muhabiri yazılarında sık sık yeğlediği Arapça ve Farsça sözcükleri yanlış yazdığı yetmiyormuş gibi, cümle içinde de gereksiz yerlerde kullanıyor. Kimi eski sözcükleri eskiye özenir gibi yeğliyor. Tabii bunu, yeni Türkçesini bilmediğinden de yapabilir!
 
Avrupa'daki Türk medyasına gelince. Bence zoraki yapılanmış bir medya bu. Büyük medya patronları yıllar önce buradaki insanımıza yatırım yapan bir anlayıştan değil, "kazanalım” düşüncesinden yola çıkmışlar. Kanımca Avrupa'daki Türk medyası ne kadar satarsa satsın, ne kadar kanal açarsa açsın, pek ağırlığı olmayan bir azınlık medyası olarak kalmaya mahkum. Kimi Alman politkacının deyişiyle "Getto”laşan kuşaklara hizmet ediyor! Ancak bu medyanın onlarca yıldır Alman medyasının göçmenleri ilgilendiren, onların sorunlarına eğilen konuları ele almaması nedeniyle mevcut olan bir açığı kapattığı da kesindir. Özellikle ülkedeki Türk toplumunu ilgilendiren güncel politikayı ve Almanya'daki siyasi tartışmaları kendi anadilinde yansıttığından insanımız için kaçınılmazdır. Buradaki gazeteler okura bilgi verirken anlaşılır, sade ve doğru bir dil kullanmak zorundadır. Ne yazık ki buna pek dikkat edilmiyor. Bence nedenlerinden biri, anlaşılır ve sade dilde yazmanın sanıldığı kadar kolay olmadığıdır.
 
Almanya'da büyüyen insanlarımız için Türkçe´nin artık ikinci bir dil olduğunu kabul etmek zorundayız. Son dönemde bu ülkede Almanca'yı iyi bilen ve konuşan bir Türk nesli oluştu diyebiliriz. Ancak onların Türkçe okuma ve yazmadaki sıkıntılarını görmezlikten gelmemeli. Almanya'da bugün 5-6 yaşında olan Türkler 20 yıl sonra nasıl bir Türkçe konuşacak, bunu şimdiden bilemeyiz. Ancak günümüz medyasının Türkçesi ile büyüyecek bu neslin ilerde, şu gün kirlenmeye başladı dediğimiz Türkçeyi bile konuşamayacağına emin olabilirsiniz. 
 
Başta Hessen Eyalet Başbakanı Roland Koch olmak üzere birçok Alman politikacının Türklerin kendi anadillerindeki yayınları izlemesini "endişe verici" buldukları bilinen bir gerçek. Fakat Türkçe'nin Almanya için bir zenginlik olduğunu kavramış politikacılar da yok değil. Türkçe yaşarsa, Türkçe medya da yaşayacaktır. Türkçe'nin yaşamasına katkıda bulunmak buradaki medyanın da yararınadır, çünkü bundan ekonomik çıkarları vardır. Türkçe basının bu ülkedeki varlığını sürdürme direnci sadece ekonomik çıkarlarıyla bağlantılı olmamalıdır. Basınımız, Türkçe'yi kullananların yararlarını da düşünmek, onları desteklemek zorundadır. Türkçe'nin iletişim dili olarak gelecek kuşaklarda da yaşaması bu ülkedeki medyamızın büyük sorumluluğu altındadır.
 
Sadece merkezi İstanbul'da olanlar değil, son yıllarda Almanya'da kurulan ve ayakta kalmayı başaran çok sayıda basın-yayın organı da oldukça renkli bir çeşitlilik içinde. Onlar Türkçe okuyan 2 milyonu aşkın bir toplumu bilgilendirme iddiasını taşıyor. Burada yayınlanan gazetelerimiz baskılarına Avrupa'ya özel sayfalar eklediler, daha çok insanımızı ilgilendiren haberlere yer açtılar. Örneğin ağırlıklı olarak Avrupa'daki siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal, sportif gelişmeleri ele alan "Avrupa" haberleri "Avrupa" sayfalarını doldurmaya başladı. Şunu da unutmayalım, Türklerin % 55'inin sadece Türkçe gazete okumakla yetindiği tahmin ediliyor. 
 
Tamamen Avrupa'da hazırlanan ve büyük bölümü bedava dağıtılan çok sayıda haftalık, aylık gazete-dergi de Türkçe medyayı zenginleştiriyor. Merkezi Türkiye'de olan televizyon ve radyo yayınları yoğun olarak izleniyor. Araştırmalara göre her üç Türk evinden ikisinde Türkçe televizyonları izlemek için uydu anten var. Türklerle ve Türkiye ile bilgileri göçten 45 yıl sonra hâlâ Türk medyasından alıyorsak, bunun nedenini Alman medyasının ilgisizliğine ve de yetersizliğine bağlamak gerekir. Türk toplumunun bu ülkeye uyumu Almanya'daki Türk medyasının görevi´dir diye düşünmek de kimi gerçekleri kabullenmemek anlamına gelir. 
 
Günlük yaşamımızda ayak üstü okunan gazete ve dergiler türemeye başladı. Belki endüstri toplumu olmanın getirdiği birşey bu. Türkçe medyanın çeşitliliği memnuniyet verici olabilir, fakat bunu içerik açısından da söylemek ne yazık ki mümkün değil. Araştırmacı gazetecilik, ciddi habercilik Türkiye'de olduğu gibi burada da pek önemsenmezken, magazin gazeteciliği ilerliyor. Bu tip gazetecilik de, daha çok sansasyona ağırlık verdiği için kendine uygun, kolay anlaşılır, basit bir dil kullanıyor. 
 
Türkçe'yle çalışarak, üreterek yaşamlarını kazanan gazetecilerin, zengin bir geleneği devam ettirenler olarak mesleki sorumluluklarının farkında olmaları kaçınılmazdır. Son olarak şuna da dikkati çekmek istiyorum: Almanya'daki Türk medyasının günümüzde, her iki dili aynı mükemmelikte kullanabilen eleman bulması da gözardı edilemeyecek bir sorundur.

17 Mayıs 2009

Havyarlı, ıstakozlu, şampanyalı kriz...

Cumhuriyet Dergi 17.05.2009
BERLİN
AHMET ARPAD

Daha içeri adımınızı atar atmaz gözleriniz kamaşıyor. Sanki Topkapı Sarayı'nın hazine dairesine girdiniz. Bulgari, Tiffany, Heuer, Chopard... İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Vitrinler kolye, küpe, yüzük, kol saati dolu. Pahalı mı pahalı. Altın, platin, gümüş. Pırıl pırıl, ışıl ışıl camekânlar. Birkaç müşteri göze çarpıyor. Pek Alman'a benzemiyorlar. Kadınlar alışveriş yapıyor, adamlar sohbet ediyor. Paralı Doğu Avrupalılar olmalı. Bin beş yüz değişik parfümün satıldığı şık Beauty Department'e hiç uğrayan yok. Bir kat yukarıda Gucci, Dior, Chanel. Burada da müşteriden çok personel var. Güzel kızlar elleri önlerinde gülümseyip bekleşiyorlar. Her taraf şık, ışıl ışıl, modern, bakımlı. Satılanlar güzel ve çekici. Gereksinimi olmasa bile bir şeyler almak istiyor insan. Tabii cebinde parası varsa!

Günlerden çarşamba, öğle üzeri. Avrupa'nın en büyük satış merkezlerinden Berlin KaDeWe'nin bütün katları bomboş, in cin top oynuyor. Bundan iki yıl önce yüzüncü yaşına basan 60 bin metre satış alanına sahip mağazada 380 bin çeşit eşya satışa sunuluyor. Sabahtan akşamın geç saatlerine iki bin personel müşteri bekliyor. Katları birbirine altmış dört yürüyen merdiven ile yirmi altı asansör bağlıyor. Kısa süre öncesine kadar gün be gün elli bin insanın ziyaret ettiği söylenen KaDeWe geçmişini mumla arıyor. Şu sıralar sahiplerinin elden çıkarmaya uğraştığı, Batı Avrupa'nın bu dev mağazasını dünya savaşları bile sarsamamıştı. Hitler daha 1933 yılında Yahudi aile Tietz'i satışa zorlayıp, KaDeWe'ye el koymuş, başına da Aryan birini getirmişti! On yıl sonra bir Amerikan savaş uçağının üzerine düşmesiyle harap olan mağaza 10 Temmuz 1950'de yeniden açıldığında tam 180 bin Berlinli coşkuyla kapılarına saldırmıştı. KaDeWe aynı hücumu, onlarca yıllık düşleri sonunda gerçekleşen Doğu Berlinlilerin Kasım 1989'da duvarın batı tarafına geçmesiyle yaşamıştı.

Berlin'i ziyaret eden her turistin uğradığı söylenen KaDeWe'nin bugün sadece üst iki katı dolu. Rusya'nın, İran'ın havyarları, Fransa'nın şampanyaları, adını bilmediğiniz ülkelerin şarapları, uzakların narenciyeleri, Pasifik adalarının egzotik yiyecekleri otuz şarküterinin vitrinlerini dolduruyor. Kat kat, dizi dizi peynirler, dev jambonlar, yer mantarları, dört yüzün üzerinde ekmek ve sandviç çeşidi... Parisli Lenôtre'nin vitrinlerinde, sabahın altısında uçakla gelmiş, olağanüstü görünümde ve lezzette pastalar, ağızda eriyen inanılmaz çeşitte fondanlar. Bu kat hiçbir krizden etkilenmeyen insanlarla dolu. Cepleri paralı, giyimleri şık mı şık hanımlarla beyler ayaküstü bir şeyler atıştırıyor, şampanya yudumluyor. Istakozlar, istiridyeler, havyarlar, füme balıklar onları bekliyor. Biz ise en üst kattaki self-service lokantayı yeğliyoruz. Burasını daha çok turistler doldurmuş. Aşçıların gözünüzün önünde hazırladığı değişik yemekler çekici. Adam başı en az 30 Avro'ya karnınızı doyurduğunuza değiyor. Berlin ayağınızın altında.
 
Az sonra Unter den Linden Bulvarı'ndaki Café Einstein'da masalar dolu. Salzburglu edebiyatçı tanışla Viyana kahvesi yudumlayıp, Sacher Torte yerken o akşam başlayacak Stefan Zweig sempozyumundan söz ediyoruz. Parlamento az ötede. Sorduğumuz garson kız, Başbakan Merkel'in bugün Café Einstein'a uğramadığını söylüyor...
 
www.ahmet-arpad.de

1 Mayıs 2009

Türk Medyasının Türkçesi

Mayıs 2009
Ahmet ARPAD
Duisburg/Essen Üniversitesi'nde konuşma


Bir ülkenin yozlaşması toplumun bütün katlarında ve yaşamın tüm alanlarında başlar. Türkçenin bozulmasındaki en önemli etkenlerden biri de eğitimin kötüleşmesidir. Devlet okullarının verdiği eğitim çoktan düşüşe geçti, klasik liseler bir anlamda iflasın eşiğinde, imam hatip okulları ise tüm yurda yayıldı.

Siyasetçi-medya patronu ilişkisi 1980li yıllarda Turgut Özal ile başlamış ve sonra da güçlenerek varlığını sürdürmüştür. Yasalar, bir gazete ya da televizyon kanalı sahibinin bir başka gazete ya da televizyon kanalındaki mülkiyetini sınırlamışsa da günümüzde tekelciliğe karşı konulmuş olan bu yasaya kimse uymaz. Bugünkü Türkiye’de "kurallara ve yasalara uymama" davranışı en yaygın olarak siyasette ve medyada görülmektedir. 12 Eylül 1980 dönemi ile başlatılan, Turgut Özal ile temelleri sağlamlaştırılan ve onun "çocuklarınca" sürdürülen, tüm medyayı pençesine alan yozlaşma, siyaset, ticaret ve medya ortak ilişkisinden kaynaklanır. Son 5-6 yılda oldukça gelişen ve de güçlenen bir "siyaset-ticaret-medya-bü-rokrasi-tarikat" ortak ilişkisini günümüzde bütün gücüyle yaşıyoruz. Bunun bence en önemli nedeni, genel bir yağma kültürünün hem siyasete hem de medyaya egemen olmasıdır.

İşte bu tip bir medya da, yapısı nedeniyle bir çok gazete ve televizyon kanalını içinde barındıran holdingleri aracılığı ile toplumun haber ve bilgi alma özgürlüğünü olumsuz etkiler, hatta yerine göre de kısıtlar. Siyaset-medya ilişkisi demokrasiye büyük zarar vermeyi geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmektedir. Böyle bir yapıda, patronun bir siyasal lidere yakınlığına ses çıkarmayan, daha doğrusu o politikacının görüşünü destekleyici makaleler kaleme alan köşe yazarının cebine, kalitesi ve yeteneği ne olursa olsun, ay be ay on binlerce dolar doldurulur.

Günümüz Türkiyesinde medya ve politika yozlaşması birbirine paralel ve hızlı adımlarla ilerlemektedir. Bu iki gücün yozlaşmasının, onların büyük etkisindeki topluma da sıçramaya başladığının belirtilerini çoktandır sezmemek mümkün değil. Bugün Türk medyasına egemen olan Türkçe yozlaşması yazılı basından çok televizyonlarda ve radyolarda görülmekte. Ekranlara çıkanlar, mikrofonu eline alanlar Türkçeyi, kurdukları cümle yapısıyla ve çoğu kelimeyi yanlış vurgulayarak bozmaktalar. Yabancı dilden gelen kelimeleri konuşmalarının arasına yerli yersiz yerleştiriyorlar. Aynı cümlenin içinde yeni Türkçe ve eski Türkçe kelimeleri bir arada kullanıyorlar. Buna yazılı basında da sıkça rastlanıyor.

Bir ülkenin yozlaşması toplumun bütün katlarında ve yaşamın tüm alanlarında başlar. Türkçenin bozulmasındaki en önemli etkenlerden biri de eğitimin kötüleşmesidir. Devlet okullarının verdiği eğitim çoktan düşüşe geçti, klasik liseler bir anlamda iflasın eşiğinde, imam hatip okulları ise tüm yurda yayıldı. Çocuklar daha adlarını soyadlarını doğru dürüst yazmasını bilmiyor. Cep telefonları ve bilgisayarlar aracılığı ile birbirlerine imla hatası dolu mesajlar yazanlar, doğru bir cümle kurmasını beceremiyor. Bunun da en önemli nedenlerinden biri bence üniversite giriş sınavları. Test sınavına göre hazırlanan sınavlar bütün lise öğrenimini test çözen öğrenci modeline çeviriyor

Toplumca gittikçe kültürsüzleşiyoruz. Televizyon bağımlısı insanımız kendini daha çok ekran karşısında oturarak, dizi seyrederek, ya da boyalı basının makaleden çok reklam içeren gazetelerini okuyarak eğitiyor. Dizilerdeki bozuk Türkçeyi Türkçe sanıyor, ona özeniyor, gazete makalelerindeki, ya da son on yılda edebiyat dünyamızı fetheden modern edebiyatçıların romanlarındaki anlatım dilini modern Türkçe diye kabul ediyor.

Bugün büyük kentlerde nüfusun çoğunluğunu kırdan kente göç etmiş, gecekondu mahallerini kurmuş insanlar oluşturuyor. Bu insanlar büyük kentte büyümüş, oranın yaşamından başkasını tanımayan çocuklarına örnek olamıyor, onları büyütüp eğitemiyor. İşte "siyaset-ticaret-tarikat" hamurunda yoğrulmuş medya ide- olojisi, kültürü ve diliyle bu insanlarımızı etkiliyor.
"Cebimi nasıl doldururum" düşüncesiyle hareket eden "öncü medya"nın tarafsız olması mümkün değildir. Az önce sözünü ettiğim "beşli"nin (siyaset-ticaret-medya-bürokrasi-tarikat) Türk toplumu üzerinde oluşturduğu ortaklık ürkütücü bir aşamada! Onların çıkar ortaklığı bir medya tekeline neden olup, zamanla topluma her istediğini kabullendirebilir. Görüşlerinden diline kadar, bu yelpaze geniştir. Ve bir gün gelecek ki, medya bağımlısı insanlarımız şimdi kullandıkları "Türkçe olmayan Türkçe"ye alıştıkları gibi, tüm yozlaşmayı da olağan bulacaklardır.

"Popüler kültür" denilen canavar, üç beş holdingin elinde tüm toplumu pençesine alıp, eğip bükerken onu holding çıkarlarına uygun olarak yoğuruyor. Gazeteleri, dergileri, radyoları ve televizyonları aracılığıyla bilinçaltımıza işleniyor. Gazetelerde, dergilerde köşe kapmış kimi kimseler bildikleri ya da bilmedikleri konularda gerekli gereksiz ahkam kesiyor. Farklılıklar ortadan kalkıyor, toplum yanlış bilgilendiriliyor. Biz buna "kültürün küresel yozlaşmasıdır" da diyebiliriz. Yönlendirilme, yanlış bilgilendirilme, birörnekleştirilme ve bütün bunların sonucunda oluşan kültürel bir yozlaşma.
Medyanın haber ve bilgi vermesinin ötesinde dünyayı yorumlamak ve aktarmak gibi bir görevi de vardır. Günümüz medyası bütün dünyada gücünü kullanırken, kendi sermaye gruplarının çıkarlarını ön planda tutar, toplumu kimi zaman politikacılarla yaptığı ortaklıklara doğru yönlendirir. Gerçek görevleri, doğru haber ve bilgi aktarmak olan gazete ve televizyonlar halkın önünde gün be gün sınav verdiklerini kimi zaman unutmaktalar. Medya görevini ciddiye almalı, bunu kendi çıkarlarına uygun değil de, toplumun çıkarlarına uygun yerine getirmelidir. Gazete okurken insan kimi zaman: "Köşe yazarı, entelektüel altyapısının eksikliğini kapatmak için mi Türkçe’yi bilinçli bozuyor?" diye sormadan edemiyor. Yoksa, böyle yazarsak okunuyor, böyle yazarsak para kazanabiliyoruz diye mi kafalarından geçiriyorlar?

Günlük yaşamda kavramların yıpratıldığına, içlerinin boşaltıldığına tanık oluyoruz. Tabii "yazar" da bundan nasibini almıyor değil. Hiçbir şey üretmeyenin "sanat- çı" sayıldığı bir ülkede, her yazı yazan da "yazar" sayılıyor. Bu çok ünlü "yazı yazan"ların Türkçe yanlışları da 'değişik anlatım’ diye sunuluyor; bilgisizlikleri hoş gösteriliyor. Çoğu köşe yazarı ve gazete haber muhabiri yazılarında sık sık yeğlediği Arapça ve Farsça sözcükleri yanlış yazdığı yetmiyormuş gibi, cümle içinde de gereksiz yerlerde kullanıyor. Kimi eski sözcükleri eskiye özenir gibi yeğliyor. Tabii bunu, yeni Türkçesini bilmediğinden de yapabilir!

Avrupa’daki Türk medyasına gelince. Bence zoraki yapılanmış bir medya bu. Büyük medya patronları yıllar önce buradaki insanımıza yatırım yapan bir anlayıştan değil, "kazanalım" düşüncesinden yola çıkmışlar. Kanımca Avrupa’daki Türk medyası ne kadar satarsa satsın, ne kadar kanal açarsa açsın, pek ağırlığı olmayan bir azınlık medyası olarak kalmaya mahkum. Kimi Alman politikacının deyişiyle "getto"laşan kuşaklara hizmet ediyor! Ancak bu medyanın onlarca yıldır Alman medyasının göçmenleri ilgilendiren, onların sorunlarına eğilen konuları ele almaması nedeniyle mevcut olan bir açığı kapattığı da kesindir. Özellikle ülkedeki Türk toplumunu ilgilendiren güncel politikayı ve Almanya’daki siyasi tartışmaları kendi anadilinde yansıttığından insanımız için kaçınılmazdır. Buradaki gazeteler okura bilgi verirken anlaşılır, sade ve doğru bir dil kullanmak zorundadır. Ne yazık ki buna pek dikkat edilmiyor. Bence nedenlerinden biri, anlaşılır ve sade dilde yazmanın sanıldığı kadar kolay olmadığıdır.
 Almanya’da büyüyen insanlarımız için Türkçenin artık ikinci bir dil olduğunu kabul etmek zorundayız. Son dönemde bu ülkede Almanca’yı iyi bilen ve konuşan bir Türk nesli oluştu diyebiliriz. Ancak onların Türkçe okuma ve yazmadaki sıkıntılarını görmezlikten gelmemeli. Almanya’da bugün 5-6 yaşında olan Türkler 20 yıl sonra nasıl bir Türkçe konuşacak, bunu şimdiden bilemeyiz. Ancak günümüz medyasının Türkçesi ile büyüyecek bu neslin ilerde, şu gün kirlenmeye başladı dediğimiz Türkçeyi bile konuşamayacağına emin olabilirsiniz.

Başta Hessen Eyalet Başbakanı Roland Koch olmak üzere birçok Alman politikacının Türklerin kendi anadillerindeki yayınları izlemesini "endişe verici" buldukları bilinen bir gerçek. Fakat Türkçe’nin Almanya için bir zenginlik olduğunu kavramış politikacılar da yok değil. Türkçe yaşarsa, Türkçe medya da yaşayacaktır. Türkçe’nin yaşamasına katkıda bulunmak buradaki medyanın da yararınadır, çünkü bundan ekonomik çıkarları vardır. Türkçe basının bu ülkedeki varlığını sürdürme direnci sadece ekonomik çıkarlarıyla bağlantılı olmamalıdır. Basınımız, Türkçe’yi kullananların yararlarını da düşünmek, onları desteklemek zorundadır. Türkçe’nin iletişim dili olarak gelecek kuşaklarda da yaşaması bu ülkedeki medyamızın büyük sorumluluğu altındadır.
Sadece merkezi İstanbul’da olanlar değil, son yıllarda Almanya’da kurulan ve ayakta kalmayı başaran çok sayıda basın-yayın organı da oldukça renkli bir çeşitlilik içinde. Onlar Türkçe okuyan 2 milyonu aşkın bir toplumu bilgilendirme iddiasını taşıyor. Burada yayınlanan gazetelerimiz baskılarına Avrupa’ya özel sayfalar eklediler, daha çok insanımızı ilgilendiren haberlere yer açtılar. Örneğin ağırlıklı olarak Avrupa’daki siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal, sportif gelişmeleri ele alan "Avrupa" haberleri "Avrupa" sayfalarını doldurmaya başladı. Şunu da unutmayalım, Türklerin %55’inin sadece Türkçe gazete okumakla yetindiği tahmin ediliyor.

Tamamen Avrupa’da hazırlanan ve büyük bölümü bedava dağıtılan çok sayıda haftalık, aylık gazete-dergi de Türkçe medyayı zenginleştiriyor. Merkezi Türkiye’de olan televizyon ve radyo yayınları yoğun olarak izleniyor. Araştırmalara göre her üç Türk evinden ikisinde Türkçe televizyonları izlemek için uydu anten var. Türklerle ve Türkiye ile bilgileri göçten 45 yıl sonra hâlâ Türk medyasından alıyorsak, bunun nedenini Alman medyasının ilgisizliğine ve de yetersizliğine bağlamak gerekir. Türk toplumunun bu ülkeye uyumu "Almanya’daki Türk medyasının görevi"dir diye düşünmek de kimi gerçekleri kabullenmemek anlamına gelir.

Günlük yaşamımızda ayak üstü okunan gazete ve dergiler türemeye başladı. Belki endüstri toplumu olmanın getirdiği bir şey bu. Türkçe medyanın çeşitliliği memnuniyet verici olabilir, fakat bunu içerik açısından da söylemek ne yazık ki mümkün değil. Araştırmacı gazetecilik, ciddi habercilik Türkiye’de olduğu gibi burada da pek önemsenmezken, magazin gazeteciliği ilerliyor. Bu tip gazetecilik de, daha çok sansasyona ağırlık verdiği için kendine uygun, kolay anlaşılır, basit bir dil kullanıyor.
Türkçe’yle çalışarak, üreterek yaşamlarını kazanan gazetecilerin, zengin bir geleneği devam ettirenler olarak mesleki sorumluluklarının farkında olmaları kaçınıl- mazdır. Son olarak şuna da dikkati çekmek istiyorum: Almanya’daki Türk medyasının günümüzde, her iki dili aynı mükemmellikte kullanabilen eleman bulması da gözardı edilemeyecek bir sorundur.