17 Aralık 2006

Stefan Zweig, insancıl yazar

Cumhuriyet 17.12.2006
AHMET ARPAD
SALZBURG

Tanrılar, melekler, beyaz bulutlar... Piyanoda Chopin müziği, Barcarolle... Duvarlar bembeyaz, yüksek mi yüksek. Küf rengi perdeler ipek, tavandan aşağı, uzun mu uzun. Piyanonun tuşlarına dokunan parmaklar ince, narin. Chopin'in melodileri ruhu dolduran, tanrılar insanlara tepeden bakan... "İnsancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese, karşılık beklemeden. Gösterişi sevmezdi, insanları sevmek yaşam koşuluydu Stefan Zweig için... Toplumları birbirine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde..." Kocaman, ağır mı ağır, pırıl pırıl, kristal avizeler asılı duruyor havada. Yükselen loş ışık aydınlatıyor melekleri, tanrıları, çıplak kadınları. "Kültürlerin birleştiği bir Avrupa... Hümanizm, güzel sanatlar, edebiyat, bir araya gelen sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar... Avrupa insanlarını kültür aracılığı ile birleştiren, güçlendiren o insanlar..." Stefan Zweig'ın düşleri.
 
Yüce katedralin çanları çalıyor, karanlıkta yayılıyor tarihi alanlarda, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, iniyor Salzach kıyısındaki şirin kentin üzerine. Tahta kapılar kara, kanatları geniş. Duvarlarda adam boyu şömineler. Kocaman, yüksek pencerelerden dev salona giriyor çan sesleri... Avrupalı bir Avusturyalı. Avrupalı bir modern dünya vatandaşı. İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünür. "İnsancıldı, savaş karşıtıydı. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Zweig'ın 70-80 yıl önceki düşü gerçekleşecek mi, kültür Avrupası bir araya gelecek mi? Hayır..." Mozart müziği, Adagio H-Moll, piyanonun tuşlarında kayan parmaklar. Melekler, tanrılar, çıplak kadınlar uçuşuyor, şaha kalkmış atlar yükseliyor gökyüzünün sonsuzluğuna. Salzburg'da, piskoposların yüzlerce yıl yaşamış olduğu, sarayı andıran dev yapının tarihi salonlarında Rönesans, barok ve kasisizm bir arada. Avrupa'nın çeşitli kentlerinden gelmiş yüzlerce insan Stefan Zweig'ı anıyor 125. doğum gününde. Konuşmacılar yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarını anlatıyor. Duygulu ve hüzünlü. Stefan Zweig'a göre ancak kültür birliğinin gerçekleşmesiyle Avrupa insanları ortak bir kimliğe kavuşabilirdi. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Eserlerinde hep doğruya inanır, savaşlardan nefret eder Zweig. Lirik anlatımı ve yalın diliyle okuru kendine bağlar. Hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" (Türkçesi: Burhan Arpad ) eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır."
 
Katedral alanından ırmağa uzanan loş ve dar sokakların arnavutkaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, lodenlerine bürünmüş insanlar evlerine, otellerine dönüyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard' ın, Handke 'nin kentinde gece olmuş. Aydınlık vitrinler rengârenk, pırıl pırıl, ışıl ışıl.
 
www.ahmet-arpad.de

8 Aralık 2006

Çarpık Yapılaşma ve Deprem

Cumhuriyet 08.12.2006
Ahmet ARPAD
 
Bundan birkaç yıl önce Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanıyordu. Yine o günlerde Dünya Bankası, sunulacak kapsamlı bir deprem projesine 500 milyon dolar vermeye hazır olduğunu belirtiyordu.
 
Ancak ne o yıllarda bir proje hazırlandı ne de Marmara depreminin ardından yedi yıl sonra bugün Dünya Bankası'na sunulacak bir proje var ortada.

Ranta dayalı zenginleşme
 
Her yanı denizlerle çevrili 2500 yıllık metropolün son altmış yılı kentçilik ve toplumbilim açısından sağlıksız bir büyüme gösterir. İstanbul bütün deprem tehlikesine karşın hâlâ bir kaçak yapı cenneti. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örnekleri burada görülür. Menderes 'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma' sında doruk noktasına ulaşmıştır. Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.
 
Anadolu'nun "İstanbul'a hücum" u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. Elli küsur yıl önce başlatılan bu sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir şehircilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu.
 
Zamanla 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları ortadan silindi. Son on yılın gecekonduları (!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, 5-10 holding ağasının Büyükdere Caddesi'nin sağına, soluna diktiği 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residence'lar'... Gökdelenlerin modern şehircilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına biz İstanbullulara inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar... Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... Çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacıları, 'dinibütün' belediyeciler, 'referansı İslam' politikacılar...
 
1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan-filan, fasa fiso..." Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü!
İstanbul'da 325 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem olmuştur.
 
Yıllar arkada kaldıkça da depremler arası süre kısalmıştır. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik, inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu? Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? Değil. Çünkü kültür toplumlarında benzeri görülmeyen bir sömürü sonucu binlerce yıllık kültür kenti İstanbul'u sadece elli yılda yok edenler, bu gibi çalışmalara izin vermez! İnşaat Mühendileri Odası geçenlerde açıkladı: "İstanbul'daki yapıların yüzde 90'ının yapı kullanma izni yok!" İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek! Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği" ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor.
Büyük yıkım olur
 
Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği su götürmez bir gerçek. Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? Elli bin insanın ölümünün, yüz milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke.
 
İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

3 Aralık 2006

İşsizlik ve yabancı düşmanlığı

Cumhuriyet 03.12.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Ne zaman geçersem geçeyim Schloss alanından, görüyorum onu. Sabah akşam. Hava ister güneşli, ister yağmurlu olsun, oturuyor kestane ağacının altındaki tahta sırada. İriyarı, omuzları biraz çökmüş. Saçları kısa. Üzerindeki aşınmış deri ceket kara. Yaşı derseniz, kırkın üzerinde. Elli de olabilir. Şarap şişesi yanı başında. Kurt köpeği ayaklarının dibine uzanmış. Gelen geçen arada sırada para atıyor önündeki şapkaya. Uwe eski bir neonazi! Almanya'da yedi milyon insan işsiz güçsüz. Bunlardan dört buçuğu işsizlik parası alıyor. Geri kalan iki buçuğuna da para veriyor devlet baba, ölmeyecek kadar! Uwe onlardan biri. Yedi milyon çalışmayandan belki yüzde onu bir yıl içinde kendine yeni bir iş buluyor. Geri kalanı iş bekliyor, kimi zaman yıllarca. Resmi verilere göre Almanya'da iki buçuk milyon çocuk da fakirlik sınırının altında yaşamakta. Alman UNICEF'i kısa süre önce yaptığı çağrıda hükümetten bu soruna ivedi bir çıkar yol bulmasını istedi: "İyi beslenemeyen fakir aile çocukları sağlıksız büyüyor, okulda zorlanıyor, cep harçlığı alamadığı için belli bir yaştan sonra kötü yola sapıyor, suç işliyor..." Bugünün sorunlu çocukları ilerde bu toplumu oluşturacak insanlar! Artık ülkede yaşamasının zor olduğuna inanmış, geleceği gurbette arayan Almanların sayısı giderek artıyor. En son açıklamalara göre her yıl Almanya'yı 150 bin insan terk ediyor! Bu rekor sayıya doktorlar, mühendisler, akademisyenler, çiftçiler dahil. Çoğu tüm ailesiyle, çoluk çocuk gidiyor gurbet ellere. Amerika'ya, İskandinavya'ya, Avustralya'ya... Almanya'dan sadece işgücü değil, kapital de kaçıyor. "Günümüzde doruk noktasına ulaşan aşırı sağcı ve antisemitist olaylar neredeyse 1933 sonrasını andırmaya başladı" diye konuştu Almanya Yahudileri Merkez Konseyi başkanı Charlotte Knobloch, geçen ay Doğu Almanya'da aşırı sağcıların sokak ortasında Anne Frank 'ın kitabını yakmasının ardından. Federal İçişleri Bakanı yeni açıkladı: 2006'nın ilk sekiz ayında aşırı sağcılar 8 bin suç işlemiş. Geçen yıla oranla yüzde yirmilik bir artış bu! Geleceğe olan ümitlerini giderek yitiren insanların oluşturduğu alt tabaka hızla büyüyor. Bu ortamda aşırı sağcıların, neonazilerin attığı tohumlar çok kolay yetişiyor. Ülkenin doğusunda Mecklenburg ve Saksonya seçimlerinde oy oranlarını artıran Almanya Nasyonalist Partisi'nden (NPD) yine korkmaya başladı politikacılar. 2003'te yasaklamak istemişlerdi bu partiyi, ancak Anayasa Mahkemesi izin vermemişti. Şimdiki hükümet yeniden denemeye kararlı. Ancak 6 binin üzerinde üyesi olan NPD'yi kapatmakla ülkede yabancı düşmanlığının ve neonazilerin önüne geçileceğini sanmak bir yerde politik saflık! Önemli olan 7.5 milyon yabancının yaşadığı Almanya'da toplum bilincini değiştirmek, insanlara iş vererek ülkeyi yaşanılır yapmak... Zor bir çıkar yol! Almanya'nın giderek artan sorunları çok karmaşık. İç içe geçmiş. Tam bir arapsaçı. Birkaç yıl önce Avrupa Komisyonu'nun İnsan Hakları Raporu mide bulandırmıştı. Raporda "Ülkedeki yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve antisemitist düşünce önemli bir sorun olarak kabul edilmelidir" deniliyordu. Nasyonalist Parti'yi sonunda yasaklasalar da, dazlakları içeri tıksalar da bu işin sonu gelmez. Geri planda ipleri ellerinde tutan takım elbiseli, sinekkaydı tıraşlı, kravatlı, Mercedes'li Neonazileri değil sorgulamak, yanlarına bile sokulamazlar. Savaş sonrası Almanya'sında üst düzey görevlere gelmesini becermiş böylelerine ülkede hiç kimse dokunamıyor...
www.ahmet-arpad.de

30 Kasım 2006

'Savaşa karşı savaşmalıyız'

Cumhuriyet Kitap 30.11.2006
 
20. yüzyılın en insancıl yazarı Stefan Zweig 125 yaşında ama hep güncel
Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Stefan Zweig ve eşi Charlotte Altmann iki yıl sonra, 1942 yılının 22 Şubat günü intihar ederler. Dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.
 
Ahmet ARPAD
 
Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır Stefan Zweig, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri Dünün Dünyası'nda (Türkçesi: Burhan Arpad) 1920'li, 1930'lu Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp, damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."1881 yılının 28 Kasım günü Viyana'da doğdu. Yahudi asıllı babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Berlin'de kaldı bir süre, tam bir başıboşluk içinde yaşadı. Kimi gün sabahlara kadar lokalleri dolaştı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika'ya geçti, o günler Avrupa'sının en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren'le tanıştı. İlerki yıllarda bu Belçikalı şairin eserlerini Almancaya çevirdi. 1904 yılında üniversiteyi "Herr Doktor" unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntılarından uzak tutuyordu. 1907'de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana'nın III. bölgesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı "İlk Çelenkler" ona Bauernfeld Ödülü'nü getirdi. İnsanları ve dünyasını yakından tanımak istiyordu. Sık sık komşu ülkeler gidiyor, Viyana'ya seyrek uğruyordu.
 
"AYDINLAR ARALARINDA ANLAŞMALI"
 
1910'da Hindistan'a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. 1912'de Amerika'ya uzandı, aylarca kaldı. Ardından Londra ve Paris'te haftalar, aylar geçirdi. Romain Rolland ve Rodin'le yakın dostluklar kurdu. Paris'in kıyı bucağında kültür ve sanat miraslarını aradı. "O günlerde caddelerde ne çok dolaştım, ne çok şey gördüm ve içim içime sığmayarak ne çok araştırdım!" der Zweig. İç dünyasına yeni anlamlar katan ünlü Fransız düşünürü Romain Rolland ile tanışmasını şöyle anlatır: "Aklımdan kolay kolay çıkmayan ışıklı mavi gözlerini ilk görüşümdü... Gördüğüm insan gözlerinin en ışıltılı ve dost bakışlı olanı bu gözler, konuşma sırasında duygunun derinliklerinden yükselen bir renk ve ateşle doluyor, üzülünce de loşlaşıp gölgeleniyordu...1914 baharında yine Fransa'daydı ve dünyadaki gelişmeler ona tedirginlik veriyordu. Büyük bir çöküntünün yaklaştığını sezmekteydi. Stefan Zweig aşırı duygulu idi. Başkalarının dikkatini çekmeyen olaylara, ayrıntılara kafa yoruyordu. Savaş yıllarında Zweig ve Rolland birbirleriyle sık sık mektuplaştılar. Aralarındaki yazışmalar tam yirmi beş yıl aralıksız sürdü. Birinci Dünya savaşı yıllarında giderek bilinçlendi. "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir," düşüncesi kafasında oluştu. Savaşlar gereksizdi. O yıllarda Jeremias'ı ele alan bir tiyatro oyunu yazdı. 1917 yılında çıkan bu eseri ona nedense kuşku veriyor, onu kaygılandırıyordu. Fakat kitap beklenin üzerinde ilgi uyandırdı. İlk baskısı hemen yirmi bin sattı. Almanlar eserini savaş sonrasında mutlaka sahnelemek istiyordu. Sonunda Zürich Tiyatrosu ile anlaştı. Bir süre bu kentte kaldı. James Joyce, Jouvet ve Franz Masarel'le tanışması Zürich'de yaşadığı aylarda oldu. Sonra savaş bitti ve Stefan Zweig Avusturya'ya döndü. Salzburg'a yerleşti. Savaş yıllarında Kapuziner tepesinde satın almış olduğu büyük bahçeli evine yerleşti. Mozart'ın doğum yeri olan yeşiller içindeki bu kentte rahat edeceğine inanıyordu. Dünya savaşının yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Ona göre ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Stefan Zweig Avrupa'nın her yanındaki sanatçı ve yazar dostlarıyla yazıştı, onları sık sık ziyaret etti, evinde konuk etti, konferanslara gitti.
 
POLİTİKACILARA KARŞI DÜŞÜN SAVAŞI
 
Bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı veriyor, bir yandan da yeni eserler yaratıyordu. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu "Amok Koşucusu" eserini o günlerde yazdı. Toplu şiirlerini yayımladı, "İfritle Savaşı" adlı deneme kitabı piyasaya çıktı. "Korku" adlı nuveli de o yıllarda basıldı. Stefan Zweig eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1920 yılında evlendi. Eşi Friderike de yazardı. Stefan Zweig'la evlenmek için ilk kocasından ayrılmıştı. Evin onarımından sekreterliğe kadar birçok işin üstesinden geliyordu. Stefan Zweig da özgürce yaşamasına devam ediyor, sık sık yolculuklara çıkıyordu. Gittiği her yerden Friderike'ye mektuplar yolluyordu. Eşi de ona uzun uzun yanıtlar veriyordu. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arasının çok özel ve olağanüstü bir yanı vardır. Zweig'ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi görmektedir. Yazarın çıktığı yolculuklar artar, her ülkede dostlar edinir. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanmaktadır. Elli yaşına bastığı 1931'de: "Bundan sonra tek satır bile yazmasam, kitaplarımın geliri bana yeter," diye düşünür. Fakat yine de tedirgindir. Çünkü mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı yine de bir gün sona erebilirdi. Gerçekten de 1933'te Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu hayatı sona erdi. Tedirginlikleri giderek artıyordu. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. 1934'te Gestapo'nun villayı basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmekten başka çıkar yol bulmadı. Güney Fransa'da, İsviçre'de, Amerika'da konferanslara ve edebiyat söyleşilerine katıldı. Bir süre için İngiltere'ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike'den boşandı. 13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. O, Avrupası'nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalımlara sokar. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. 1940'ta İngiliz vatandaşı olur ve ikinci eşi Charlotte Altmann ile Brezilya'nın Petropolis kentine yerleşir.Fakat orada da mutluluğa erişemez. Yorgun ve bezgindir. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazar: "Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi bir gözden geçireceğim..."
 
"SAVAŞLARDAN NEFRET EDERİM"
 
Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Stefan Zweig ve eşi Charlotte Altmann iki yıl sonra, 1942 yılının 22 Şubat günü intihar ederler. Dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden yazar o günlerde Salzburg Eyalet Gazetesi. İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," der Stefan Zweig. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez." Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Öykülerinde uyguladığı tahlilci anlatım üslubunun doruğuna bazı romanlarında da varmıştır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi eserinde karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. Stefan Zweig eserlerinde bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır.Büstü Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. 

26 Kasım 2006

Marc Chagall ve kumarbazlar

Cumhuriyet 26.11.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Hokkabazlar, sihirbazlar, hoplayıp zıplayanlar, çılgınca dans edenler, ip cambazları, müzisyenler, havalarda uçuşan insanlar... Her şey hareketli. Her şey alacalı bulacalı, gökkuşağının renklerinde. Rus ve Yahudi insanları. Anatevka'nın, Damdaki Kemancı'nın tipleri. Çoğu coşkulu, bazıları hüzünlü. Göğe yükselen hayvanlar, inekler, atlar, keçiler, tersine dönmüş evler, kiliseler, melekler, kuleler, kubbeler... Kırmızının, yeşilin, mavinin değişik renkleri. Ötelerde bir katedral, beyaz. Kubbeleri mavi. Yakında, tepenin ucunda, tahtadan kocaman bir ev. Masmavi. Chagall mavisi!
"Yahudi olmasaydım sanatçı olamazdım" sözleri 1887 Rusya doğumlu ressam Chagall'in. Vârislerinin, dostlarının, Rus müze ve galerilerinin ödünç verdiği, çoğu Avrupa'da ilk kez sergilenen yüzün üzerinde eseri ekim sonuna kadar Baden-Baden'deydi. Sadece Almanya'nın çeşitli kentlerinden değil, Fransa ve İsviçre'den de iki yüz bine yakın Chagall hayranı Oos Irmağı kıyısındaki modern Burda Müzesi'ne akın etti, parkın yollarında uzun kuyruklar oluşturdu.
 
Kimler gelmemiş Karaormanlar'ın bu şirin, şifalı suları ve tarihi kumarhanesi ile ünlü küçük kentine! Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Turgenyev ... Rusların Baden-Baden sevgisi Çar Aleksander 'ın 1793'te bu yöreli Luise ile evlenmesiyle başlamış ve aralıksız sürmüş. Yeşillerin ortasında köşkler, villalar satın almışlar. Almanlar şifalı banyolardan çıkmazken onlar kumarhaneden, lokantalardan, şaraphanelerden çıkmamışlar. Bugün de değişen pek bir şey yok. Hatta Gorbaçov 'dan bu yana Rusların Baden-Baden "istilası" artmış. Yeni zenginler sadece Karlsbad ve Viyana'nın, St. Moritz ve Davos'un, Nice ve Cannes'ın villalarıyla otellerini kapatmamışlar. Baden-Baden'in yamaçlarını dolduran çoğu tarihi villa da son yıllarda giderek daha çok el değiştirmekte, Almanlardan Ruslara geçmekte. Birkaç yıl önce Gürcistan'da görevinden geri çekilmek zorunda bırakılan Şevardnadze bile doksanlı yılların başında Baden-Baden'de bir villa alıvermiş kendine!
 
Pırıl pırıl bir Jaguar giriyor otoparka. Zürih plakalı. Şık ve pahalı otomobiller dizi dizi ağaçlar altında. Stuttgart'tan, Basel'den, Strasbourg'dan gelmişler. Jaguar'dan inen, daracık, kısa mı kısa mini etekli iki sarışın, kırıta kırıta yürüyor iriyarı adamın peşinden. Başlarında kocaman şapkalar. Kumarhanenin kapısı kalabalık. Saat gecenin on biri. Baden-Baden'de kumar zamanı! Karaormanlar'ın bu şirin kenti, parası olanlar için yaşamaya değer bir yöre. Büyük bahçeler içinde villalar, yamaçlarda çamlar altında tarihi evler. Sahipleri buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Ortasından Oos Irmağı'nın geçtiği, tarihi ağaçlı kocaman parkların kente yayıldığı Baden-Baden money-maker'ların buluşma yeri. 1858 yılında açılmış olan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcaları ile... Zengini, orta hallisi, fakiri, akşamları büyük parkın yanı başındaki kumarhanenin kırmızı salonlarını dolduruyor. Baden-Baden'de 1748'den bu yana kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de bugünkü kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettiriyor. On yıl sonra hipodromun işletmesini de üstleniyor.
 
Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi sabaha kadar açık Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok. Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmış insanlar, cüzdanı şişkin efendilerle, üzeri mücevherden geçilmeyen hanımlar kurulmuş koltuklara. Çoğu buranın müdavimi. Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da, kaybetseler de kılları kıpırdamıyor. Buz gibi suratlarındaki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezenler "ikinci sınıf oyuncular" ! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayanlar. Genelde ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar, Rus yeni zenginleri. Büyük oynuyorlar. Geçen yıl Baden-Baden'de 300 bin insan kumar oynamış. Bunlardan 70 bini yabancı pasaportlu. Milyarlar yatırılıyor Almanya'da şans oyunlarına. İnsanlar fakirleştikçe kumar oynayanların sayısı artıyor. Son verilere göre 180 bin insan kumar bağımlısı! Bunlardan 70 bini poker hastası. 35 milyar Avro yatırıyor Almanlar kumar oyunlarına her yıl. Loto, toto, kazı-kazan, milli piyango, at yarışları, rulet masaları, bakara... Genci yaşlısı, zengini fakiri bu bağımlılıktan vazgeçemiyor. Almanya'da 80 kumarhane kapılarını açıyor onlara her akşam. İnternette online kumarhaneler de var. Yıllık kazançları 200 milyon Avro... Ünlü yazar Mario Simmel , Güney Fransa'da yaşadığı yıllarda tanışmış Saint Paul de Vence'teki evinde Chagall ile. "Birkaç kez görüşmüştük" diyor Simmel, "mükemmel bir insandı" . Şimdi Zürih yakınlarındaki evinin duvarlarını kimi orijinal Chagall'ler süslüyor. "28 Mart 1985'te son tablosunu bitirmiş ve iskemlesine yığılıp ölmüştü. Eserini imzalamaya ömrü yetmemişti." Gökten inen bir melek ve cenneti özleyen Chagall'i gösteren bu eserin bir taş baskısı Mario Simmel'in çalışma odasında asılı. Marc Chagall'in, döneminin tüm karmaşasına karşın yaşam sevincini yitirmediğini çizgilerindeki şiirsel anlatımda görürsünüz. "Onun stili kendine özgüdür, öyle kolay kolay her sanat akımına uymaz" diyor Baden-Baden sergisinin küratörü Jean-Louis Prat . Belki o kadar çok sevilmesinin nedeni de bu! Bizlere geride bıraktığı rengârenk, canlı ve coşku dolu o düşsel dünya...
 
www.ahmet-arpad.de

1 Kasım 2006

Burhan Arpad: TAŞI TOPRAĞI ALTIN


Kitabın arka kapağından:
'Burhan Arpad öykülerinde kent yaşamlarından kesitler sunarken tabakaların çok sıcak ve insancıl serüvenlerini anlatır.1940 kuşağının ve Türk öykücülüğünde gerçekçiliğin ne olduğunu öğrenmek isteyenler Arpad'ı okumalıdır...'   Doğan Hızlan 
'Türk okuru, Stefan Zweig'ı tanımak açısından Burhan Arpad'a her zaman gönül borcu duyacaktır...'    Selim İleri 
'Burhan Arpad'ın öykülerinde kesin yargıdan, büyük sözlerden kaçınması yazdıklarının daha keyifle okunmasını sağlıyor...'     Melih Cevdet Anday 
'Öykü, çeviri ve yazıları ile elli yıldır Babıâli yokuşunu durmadan tırmanır Burhan Arpad...'     Uğur Mumcu 
'Burhan Arpad okumaya doyamadığım yazarlandandır.. Öyküleri kadar 'Yıldızların Parladığı Anlar' da hayatımda değişiklik yapan kitapların başında geliyorsa, nedeni yazarı Stefan Zweig değil, çevirmeni Burhan Arpad'tı...'    Hıncal Uluç 
'Bugün Burhan Arpad'ı kaç kişi tanır? Sanırım genş kuşaklar onu tanımaz... Yazar, çevirmen, gazeteci, tiyatro eleştirmeni olan Burhan Arpad 1940 kuşağının önemli öykücülerindendir...'    Hikmet Çetinkaya 
'Burhan Arpad benim kuşağımın daha da yakından tanıyıp sevdiği bir yazardı. Öyküleri, Türk tiyatro yaşamını yansıtan yazıları, gezi izlenimleri ve dünya edebiyatından yaptığı çevirileriyle... Yaşamının tümünü İstanbul'da geçirmiş, kentin sosyal değişimine, giderek yozlaşmasına tanık olmuş, sorunlarını da yakalamıştı...'    Server Tanilli 
Günizi Yayıncılık İstanbul
Kasım 2006

29 Ekim 2006

'Almanya'da eğitimin durumu utanç verici'

Cumhuriyet 29.10.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Geçenlerde Stuttgart gazetesinde bir manşet: ''Lübnan'a katkı Almanya'ya 190 milyon Avro'ya mal oluyor.'' Hemen yanı başındaki başka bir habere göre Baden-Württemberg Eyaleti Eğitim Bakanlığı bu ders yılında boşalan 570 öğretmen kadrosuna yeni atamalar yapmayarak 50 milyon Avro tasarruf ediyor. Aradan birkaç gün geçmeden Almanya Öğretmenler Birliği'nin panik yaratıcı açıklaması: ''Ülkede 16 bin öğretmen açığı var, okullarda her hafta 1 milyon saat ders boş geçiyor...'' Hemen ardından Cumhurbaşkanı Horst Köhler , Berlin'de çoğunlukla yabancı çocukların devam ettiği Kepler okulunda yaptığı konuşma ile politikacıları suçladı: ''Almanya'daki eğitim utanç verici... İnsanların yeterli eğitim almadığı ülkelerde demokrasi işlemez... Eğitim sistemimizin yetersiz olduğu Pisa araştırması ile kanıtlanmıştır. Devlet düzenimizin gelecekte de güçlü olması ancak eğitim sistemimizin düzelmesi ile mümkündür...'' Cumhurbaşkanı Köhler konuşmasını Kennedy 'nin, ''Dünyada eğitimden pahalı tek şey eğitimsizliktir!'' sözleri ile bitirdi. Eğitimsizlik bütün eyaletlere yayılırken öğretmen açığı son 30 yılın en doruk noktasında. Almanya'nın gelecekte de endüstri ülkesi olarak varlığı tehlikede. Zenginle yoksul arasındaki mesafenin giderek büyüdüğü ülkede en büyük zararı, aralarında bizim insanlarımızın da bulunduğu, fakirleşen sınıfın çocuk ve gençleri görüyor. 1990'lı yıllardan başlayarak eğitime de el atan bizim Nurcular, Nakşiler, Süleymancılar, Milli Görüşçüler ve de Hocaefendicilerin ise para sorunu yok. Alman yasalarındaki boşlukları çok iyi bildikleri gibi toplumdaki liberal düşünce yapısından yararlanmasını da hiç çaktırmadan iyi beceriyorlar. Başarılarının en önemli ''reçetesi'' her zamanki gibi takıyye. Hemen hemen her büyük kentte açtıkları, kimi yatılı dershanelerle işe başladılar. Burada son yılların en büyük "eğitim atılımı" nı Fethullahçılar yaptı. Önce Almanya'nın birçok kentine genç öğrenciler yolladılar. Genç nesil işadamlarına şirketler kurdurttular. Türklerin açtığı marketler, bina temizleme ve bakımı yapan şirketler, bilgisayar programcısı kuruluşlar çoğunlukla onların. Burada çıkan Zaman gazetesi ile ortak çalışmalara girdiler, desteğini aldılar. Doksanlı yılların ortalarında Türkiye'den gönderilen ve Gülen 'e yakın çekirdek kadrodan olduğu kanıtlanmış Halil Hoca 'nın yönetiminde dershaneler açtılar, göçmen çocuklarının eğitimine ''yatırım'' yaptılar. Çoğu burada yetişmiş, akıllı ve iyi giyimli üniversite öğrencileri bu dershaneleri yönetmeye başladı. Ardından sıra özel liselere geldi. Berlin ve Stuttgart'ta ''Gülen Liseleri'' iki yıldır çalışıyor. Sırada Mannheim, Paderborn, Köln, Nürtingen var... Alman okullarında başarısız olan Türk çocuklarını kendilerine çekmeye başladılar. Eğitimciler, ''Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli'' derken Hocaefendicilerin paralı okullarında Türk öğrencilerin oranı yüzde 80'i buluyor... Bu dershane ve liselere yaptıkları milyonlarca Avro'luk yatırımın ''kaynağı'' kurdukları küçük şirketlermiş! İnanmak zor. Geçenlerde Hikmet Çetinkaya , ''Fethullahçılar kara para mı aklıyor'' diye sorarken haksız değildi. Stuttgart Belediyesi yabancılar ve uyum sorumlusunun gazetelere yaptığı, ''Gülen'e yakın olduklarını biliyoruz, yurtdışından destek geldiğini de tahmin ediyoruz, ancak kanıtlayamıyoruz'' açıklaması resmi makamların ne kadar âciz olduğunu gösteriyor. Ancak biraz inat ve dikkatle araştırdınız mı dershane ve okul kurucularının Gülen yandaşı olduğunu hemen kanıtlıyorsunuz. Fakat onlar yine de ''Hayır, Fethullahçı değiliz'' diye inat ediyorlar! Sanırım korkuyorlar, Alman resmi makamlarının, perde arkasında geçmişi ve amaçları bilinen ''dinci baron'' un olduğunu fark etmesinden. Çünkü okullara devlet parasal destek veriyor, kuruluşlarından üç yıl sonra. Bu nedenle de ne yapıp yapıp bugüne dek basın dahil herkesi susturmasını becerdiler. Onları övmek Türkiye'de olduğu gibi Almanya'da da serbest. İplerini pazara çıkarıp eleştirmek ise yasak! Gözdağı vermek için süründürürler sizi mahkeme mahkeme... Tam 10 bin Alman askeri yurtdışında görevde. Kongo'da, Kosova'da, Afganistan'da, Lübnan'da. Bugüne kadar ''delik'' bütçeden tam 2 milyar Avro harcama yapılmış! İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD) verilerine göre harcamalarının sadece yüzde 10'unu eğitime ayıran Almanya, Batı ülkeleri arasında sonlarda! Eğitimde bir "fakirlik belgesi" bu!
 
www.ahmet-arpad.de

8 Ekim 2006

Boş ver dünyayı, keyfine bak!

Cumhuriyet 08.10.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üzerinde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Günümüzün tanınmış bütün şarkıları, ünlü panayır melodileri. Dans edenler hep bir ağızdan katılıyor sahnedeki hoplayan zıplayan güzel sarışına. Garsonlar zor yetiştiriyor masalara bira. Litrelik kadehler havalarda. Sahneden az ötede başka bir masa. Orada da insanlar coşkuyla ayağa fırlamış. Japonlar.. ellerinde fotoğraf makineleri danslara uymaya, şarkılara eşlik etmeye çalıyorlar. Onların da masaları dizi dizi bira kadehi dolu. Ülkelerinde yapamadıklarını burada yapıyorlar gibi. Yan masadan sokulan yaşlıca kadın Japonlardan birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Döne döne. Ötekiler çevrelerini sarıyor. Flaşlar patlıyor. Dev çadır ayakta, oturan çok az. Kırmızı tişörtlü, mavi blucinli on sarışın İngiliz güzeli de. Başlarında gri keçeden sivri şapkalar. Onlar Japonlardan daha neşeli, daha oynak, daha kıvrak. Kimi çapkın Alman genci çoktan sokulmuş adanın güzellerine... Stuttgart'ta bira bayramı sürüp gidiyor. Münih'teki şenlikten sonra Avrupa'daki en büyük bira bayramı. Tam bir panayır havasında. Kral I. Wilhelm 'in 28 Eylül 1818'deki 36. doğum günü nedeniyle başlayan bu şenlik sürekli büyüyerek günümüze gelmiş. Hep aynı alanda yapılıyor. Neckar ırmağının kıyısındaki büyük çayırlıkta. Kral bundan 188 yıl önceki doğum günü eğlentisine 30 bin insanı davet etmiş. Orkestralar, şarkıcılar, hokkabazlar, dönme dolaplar, atlıkarıncalar, komedyenler de çağırmış. Çadırlar kurdurtmuş, her gelene kızartılmış tavuk, kadeh kadeh bira sunmuş. Orkestra ara veriyor. Dans edenler yerlerine oturuyor. Soğuk biralarına uzanıyorlar. Şakalaşıp konuşmaya başlıyorlar. Biz de karşımızdaki yaşlı çiftle az önce kadeh tokuşturmuştuk. Neşesi yerinde adam konuşmaya başlıyor. Anlatıyor, anlatıyor. Her yıl gelirlermiş Stuttgart'a bira bayramı haftalarında. Güney Afrika'da yaşayan bir Alman. Yetmiş beş yaşına basmış geçenlerde. Karaormanlar doğumlu. Soyadı da Türk! ''Bizim yaşadığımız kasabada adı Türk olan çok aile var'' diyor. ''Fakat Türk filan değiliz, dedelerimiz arasında da yok.'' Soyağacı iki yüz yıl geriye gidiyormuş. Daha eskisi bilinmiyor. Müzik yine başlıyor. Saçları kızıla boyalı eşi ayağa fırlıyor. Tek başına dans ediyor. Dışarıda güneş batmak üzere. Yazdan kalma bir gün. İnsanlar akın akın geliyor akşam yemeğine panayıra. Rengârenk ışıklar yanmış. Dönme dolaplar, atlıkarıncalar, salıncaklar, çarpışan otomobiller çocukluğumu anımsatıyor. Onlar hep var, aradan bu kadar yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uyduruyor, ne kadar modernleşirse modernleşsin dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Stuttgart bira bayramına bu yıl 3.5 milyon insan bekleniyor. Ülkede işsizlik almış başını yürümüş, geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış, bir gün için de olsa bu sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar panayır yerine. Boş veriyorlar dünyaya! Çıkışa doğru yürüyoruz. Renkli giysiler içinde bir adam saksofon çalıyor, nostaljik melodiler. Omzuna oturmuş alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor.
 
www.ahmet-arpad.de

6 Ağustos 2006

Aşırı dinciler ve uyuşturucu

Cumhuriyet 06.08.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Aşırı dinciler, dini bütünler uyuşturucu kullanır mı? Pek bilinmez. Kullansalar bile onlardan olmayanlar gibi pek ortaya çıkmaz, Tanrı korkusuyla gizlenir. Sır aile içinde kalır, en yakınları bile bilmez. Beş vakit namazında bir ailede çocuğun, damadın uyuşturucu kullandığı duyulursa ''rezil olur'' ana baba. Kimseden yardım istemezler, fakat tek başlarına da bu bağımlılığa engel olamazlar. Uyuşturucunun dini imanı yok, her ülkede, herkese bulaşabilir. Vaziyetin durumu Almanya'da da aynı. Zengininden fakirine, gencinden yaşlısına, yabancı işçiden banka müdürüne 2 milyonun üzerinde insan sürekli esrar kullanıyor. Eroin gibi sert uyuşturucu kullananlar da 150 bin civarında. Ülkede her yıl 40 bin alkol bağımlısı yaşamını yitiriyor, 2 binin üzerinde insan da uyuşturucu kurbanı oluyor. Stuttgart'a gelince.. yarım milyonluk nüfusunun üçte biri yabancı olan kentte 3 bin sert uyuşturucu bağımlısı var. Bunların yüzde otuzundan fazlası da yabancı kökenli. 

Uyuşturucu kullananlarla ilgilenen, onlara yardım elini uzatan özel bir kuruluş var. Faruk Özkan ''Release'' in bir elemanı. Onun görev alanına ''bizimkiler'' giriyor. ''Sokaklarda, alanlarda ve yeraltı geçitlerinde karşılaşıyorum onlarla'' diyor Faruk. Bu insanlarla doğrudan ilişki kuruyor. ''Streetworker'' diyorlar onun yaptığı bu işe. Türk bağımlının güvenini kazandıktan sonra onu uyuşturucunun zararları üzerine bilgilendiriyor, psikososyal alanda eşlik ediyor, terapi ve tedavisinde destek veriyor. Ailesi ile tanışıp, bağlantı kurabilmesi tedaviyi kolaylaştırıyor. Yıllardır Türk derneklerinde, çağırırlarsa camilerde uyuşturucu seminerleri de veriyor. Almanya'nın 1990'lı yıllardan bu yana geçirdiği toplumsal değişim ülkede sorunları arttırdı, insanların yaşamını giderek zorlaştırdı. Eğitim geriledi, işsizlik hızla arttı, bireyin geliri azaldı, fakirlik doruğa fırladı. Sorunların ortasında kalan insanların geleceğe güveni azaldı. Almanya bir ''deprem'' geçirdi, sarsıldı ve bu sarsıntıdan bir türlü kurtulamadı. Böyle bir ortamda uyumu giderek zorlaşan yabancılar da sorunların altında ezilmekte. İki kültür arasında kalan göçmen çocukları, özellikle bura doğumlu gençlerimiz, geleceklerinden ümitsiz. Liseye devam edenler parmakla gösteriliyor. Yüzde 22'si hiçbir okuldan diploma alamıyor, yüzde 33'ü mesleki eğitim yapamıyor. Ana babaları gibi onların da çoğu iş bulamıyor. Özellikle ergenlik çağında ailesinin tutucu baskısından kurtulamayan, daha 18'ine gelmeden kendini kötü yolda buluyor. Çete kuruyor, kaba kuvvete başvuruyor. İstatistiklere göre en çok suç işleyen yabancılar arasında bizimkiler geliyor. Burada doğmuş üçüncü nesil gençlerimiz giderek daha çok uyuşturucu bağımlısı da oluyor.

Eroin-kokain- esrar-extacy batağına saplanmış Türk gençlerini kurtarmak amacıyla yaptığı çalışmalarını arttıran ''Release'' ve Faruk Özkan oluşturdukları, Robert Bosch Vakfı ile Narkotik Büro tarafından da desteklenen yepyeni bir projeyi şu sıralar yaşama geçirmek üzereler. ''Dernekler ve camiler aracılığı ile gençleri ve ailelerini aydınlatmak istiyoruz'' diyor Faruk ve devam ediyor: ''Ben geçmişte aşırı dincilerin camilerinde bile uyuşturucu seminerleri vermiştim. Toplantılardan sonra kimse yanıma sokulmazdı. Fakat birkaç gün sonra telefonla arayıp, 'Aman bey, ne olur oğlumu kurtar' diye yalvaranlar az değildi!'' Kısa süre öncesine kadar camiler şöyle reklam yapardı: ''Çocuğun Alman toplumunun kötü alışkanlıklarına kapılmasın istiyorsan bize yolla.'' Sosyal pedagog Faruk Özkan, ''Şu sıralar ise uyuşturucu seminerlerime derneklerden çok bu camilerden istek geliyor'' diye konuşuyor. Gerçeği kabullenen cami hocaları da artık, ''Çevremizde uyuşturucu bağımlısı gençler var'' diye itiraf etmekte. Release derneğinin elemanları, uyuşturucu esiri gençlerimizi aydınlatmak, onları bu bataktan kurtarmak için Diyanet'in, Süleymancıların, Milli Görüşçülerin camilerine gidecek, Fethullahçıların okuluna da...
 
www.ahmet-arpad.de

18 Temmuz 2006

Yol Göründü mü Birilerine?

Cumhuriyet 18.07.2006
Ahmet ARPAD

İnsanımız, Ankara'ya yolladığı vekilinden çoğu zaman pek memnun kalmadı. Politikanın içinden gelen ''çekirdekten politikacı'' ender görüldü Ankara'nın koltuklarında. Ağa oğlundan mühendisine, takunyalısından tüccarına girdi çıktı Meclis'e. Sendikacı, gazeteci, eğitimci, diplomat ise pek temsil edemedi toplumu. Bencil olmayanı, ödün vermeyen halkçısı, açık sözlüsü, dürüstü, yetenekli aydını hep parmakla gösterildi. İnsanına dönük politika yapmasını bilmeyen, beceremeyen, fakat Meclis koridorlarını dolduran ''yeteneksizler'' in girişimleri hep toplumdan uzak, toplumdan kopuk oldu. Bilinçsiz yığınları besleyen parlak sözlerinin içi de boş, yavan kaldı! Yaptıkları, söyledikleri demokrasi adına yutturmacayı geçmedi. Halktan kopmuş bu kişilerin biri gitti, öteki geldi. Gelen gideni arattı. Tümü de, gözünü budaktan sakınmayanların tehlikeli oyununu oynadı! Türkiye'de onlarca yıldır bölücülük görevi üstlenmiş ''misyoner'' kişiler olduğu bilinen bir gerçek. Bu insanların 12 Eylül'den günümüze daha sık ''göreve getirildiği'' de sır değil. Görünmeyen birileri onları hep oradan buraya piyon taşları örneği sürüp durdu. Bu zavallı kuklaların ipleri her zamanki gibi başkalarının elinde oldu.
 
Bu ''gelenek'' henüz başımızda bulunan, belki de günleri artık sayılı ''dinci'' hükümetle de değişmedi. 3 Kasım 2002'den bu yana ardı ardına yaşadıklarımız kişiyi ürkütüyor, düşünenin tüylerini ürpertiyor. Son seçilenler, toplumun altında ezildiği sorunlara el atacaklarına, çok büyük bir hata yaptılar, kendi ideolojileri peşinde koşar adım gittiler. Girişimleri ile toplumu bir iç gerilimin eşiğine getirdiler. Başbakanı, ''Türkiye modern bir İslam devletidir'' diyen bu ülkede, İslami hareketin devlet yönetimini ele geçirmesi gerektiğine inanmış bir kişi Başbakanlık Müsteşarı! Bütün dünya ülkelerinde çekimser olan Meclis Başkanı bizde iktidar partisinin reklamcısı! Tarikat vakıfları ile iç içe, laik cumhuriyet ile kavgalı, iç gerilimi sürekli arttıran, bildiğini okuyan bir iktidar hâlâ başımızda. Sıkıntılı, çelişkili bir süzgeçten geçen Türkiye, toplum sorumluluğunu kavramamış ya da kavramak istemeyen bu insanlarla bir yere varılmayacağını sonunda anlıyor gibi. Seçmen tabanının sadece yüzde 25'inin oyu ile Meclis koltuklarının yüzde 66'sına kaykılanlar ülkeye huzur, çoğunluğa refah getirmedi. Gerektiğinde ulusal çıkarlarımızı koruyacağına da toplumu bir türlü inandıramadı. Gün geçtikçe, sadece kendilerini seçmiş olan belli bir azınlığın çıkarlarını gözetmek için iktidara gelmiş oldukları iyice ortaya çıktı!
 
Osmanlı'nın son yıllarında da yığınlar, yönetenlerden kopmuş, daha doğrusu koparılmıştı. O günlerde Ortadoğu'ya yerleşmek istiyordu emperyalizm, bugün de. Eski oyun, bilinen tablolarla elli yıl boyunca sahnelendi durdu. Sonra, 21. yüzyıla girildiğinde Türkiye'nin yazgısına egemen para babaları bir başka yolu denedi. Ülkeyi tümüyle teslim etmeye hazır bekleyen başka maşalar buldular. Düşünen insanımız bu kez, ''Ilımlı İslam'' yutturmacası altında şeriatın sinsi sinsi gelmesinden şüphelenmeye başladı. Sonra zaman geldi, bu şüphe korkuya dönüştü. 2006 yılında yaşadıklarımız ise, kimi şüphelerin artık gerçekleşme aşamasında olduğunu iyice kanıtlıyor. Ancak halkın gücü gerçekten politikaya yansımadığı sürece Türkiye bu maşalardan, kuklalardan, yalakalardan, onları seçmemiş olan çoğunluğu çıkarlarının uğruna parmaklarının ucunda oynatan ''sözüm ona dini bütünler'' den yine de kurtulamayacak. Ülke insanını çoktan karşısına almış olan ''yöneticiler'' in ise şu sıralar kellelerini kurtarmak için çevrelerine kin kusmaktan, önüne geleni kışkırtmaktan başka bir şey yaptıkları yok.
 
Çünkü ideolojik ve kişisel çıkarları uğruna cumhuriyetin temellerini kemiren bu kişiler artık çırpınmaya başladı. Ülke değil, şimdi onlar ''ölüm döşeği'' nde. Her yolu denediler, başaramadıklarının farkındalar. Karşılarında uyanmış bir taban bulmaktan korktukları için de son güçleri ile sağa sola sürekli saldırıyorlar. Yargı üyelerinden rektörlere, işçiden, köylüden köşe yazarlarına... Gelişmiş Batı ülkelerinin hiçbirinde görülmeyen, benzeri olmayan bir ''yöntem'' ! Çekerler yakında iflas bayrağını! Türkiye artık bir yol ayrımında. İnsanımız 1923 Devrimi'ne dört elle ve bilinçle sarıldığı anda ülke kendini bataklıktan çıkarıp kurtaracak, bir değişme sürecine girecektir. Birilerinin suyu kaynadı gibi...

9 Temmuz 2006

Boyunları bükük dinliyorlar

Cumhuriyet 09.07.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Küçük çocuk annesinin kucağında, başını omzuna dayamış, elleriyle kulaklarını tıkamış. Yüzü buruşuk, neredeyse ağlayacak. Top sesleriyle güvercinler uçuşuyor. Kadınlı erkekli koro siyahlar giyinmiş, ilahiler okuyor. Sesleri giderek yükseliyor. Küçük çocuk annesinin kulağına bir şeyler fısıldıyor. Kadının suratı ekşiyor. Koro susuyor, dualar başlıyor. Yüksekçe bir sahnede duran başrahip ve yardımcıları yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü İsa' dan, Meryem' den söz ediyor... Münih'in güneyindeki Bad Tölz'de saat sabahın sekizi. İsar nehri kıyısındaki bu tarihi ve şirin kentin sokakları insan dolu. Katoliklerin yortusu. Mukaddes ekmeğin İsa'nın vücuduyla özümleşmesini kutluyorlar. Altın sarısı bir çadırın altında yaşlı başrahip binlerce insana günün önlemini anlatıyor. Çevre köy ve kasabalardan Bad Tölz'e gelmiş yöresel, tarihi, dini giysili gruplar ona kulak kesilmiş. Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, rengârenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük baş rahibi dinliyor. Sonra birden yine toplar atılıyor, Bad Tölz'ün tüm kilise çanları çalıyor. Güvercinler ürkek yükseliyor çatılardan. Küçük çocuğun gözlerinden yaşlar boşanıyor. Annesi kucağındaki oğluna daha çok sarılıyor. Rahipler dualar mırıldanarak okunmuş kutsal ekmekten lokmalar dağıtıyor bekleşenlere. Korodan ilahiler yükseliyor. İnsanlar şöyle bir kımıldanıyor ve ağır ağır yürümeye başlıyor. En önde başrahip, rahipler, arkalarında yöresel politikacılar, değişik üniformalı, tarihi giysili erkekler, kadınlar ve 'bayramlıkları' nı giymiş halk... Annesi küçük oğlunu yere bırakıyor, elinden tutup, evinin yolunda uzaklaşıyor. Binlerce insanın oluşturduğu dini alay gittikçe uzuyor, uzuyor. Boyu sonsuz bir yılan örneği kıvrıla kıvrıla yürüyor Bad Tölz'ün dar, tarihi sokaklarında. Rahipler dualar mırıldanıyor, peşlerinden gelen binler duaları tekrarlıyor, kaldırımlarda bekleşenler alay geçerken haç çıkarıp, duaya katılıyor. Dini tören yavaş yavaş sonuna yaklaşıyor. En önden yürüyen bayraklılar İsar köprüsüne varıyor. Ak saçlı başrahip yorgun ayaklarını sürüyor. Aşağıda nehir kıyısında insanlar güneşleniyor bikinili. Kimi üstsüz. Başörtülü iki kadın uzun eteklerini toplamış, çocukları peşlerinde güle oynaya yürüyorlar serin sularda ...
 
www.ahmet-arpad.de

25 Haziran 2006

Ve her şeye tepeden bakıyor kilise

Cumhuriyet 25.06.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Dar, uzun bir cadde. Arnavutkaldırımı döşeli. Eski ortaçağ evleri bir kolyenin incileri gibi dizilmiş iki yanına. İkişer üçer katlı. Tahta, balçık, tuğla, taş karışımı bir işçilik var bu rengârenk yapılarda. Hepsi elden geçmiş, bakımlı. Kırmızı kiremit kaplı damları dik. Sanki bir minyatür kentin oyuncağı andıran evleri! Otel ufacık, dar, odaları küçük, pencereleri minnacık, tavanlar alçak mı alçak. Her yan tahta kaplı, orta yerdeki yüksek yatak kocaman, yastıkları, yorganı kuştüyü. Üçüncü katın penceresinden görünen, dar, uzun cadde kasabanın merkezi. Araç trafiğine kapalı. Evlerde pek oturan yok. Bürolar, butikler, lokantalar, küçük barlar, pastaneler, çiçekçiler, kafeler, butik pansiyonlar... Her yana iskemleler atılmış, masalar hazırlanmış, keyifli insanlar beyaz şemsiyelerin altına kurulmuş. Garson kızlar koşuşturuyor. Salata dolu tabaklar, güzelin güzeli pastalar, rengârenk dondurmalar, köpüklü biralar, kadehlerde buz gibi şaraplar... Günlerden cumartesi. Az ötede, evlerden büyükçe, tarihi belediye binası. Önünde dört köşe bir alancık. Ortasında suları fışkıran, ortası havuzlu bir çeşme. Çevresinde oturanlar, çene çalıp, gülenler, güneşin iliklerini ısıttığı mutlu insanlar, yaşlısı genci... Pazaryeri bu şirin alan cumartesileri. Tezgâhlarını kurmuş yöre köylüleri alacakaranlıkta. Getirmişler pazara tarlaları, bahçeleri o hafta ne vermişse. Salatalar, elmalar, patates ve soğanlar yığın yığın, öbek öbek. Kuşkonmaz tezgâhlarında kuyruğa girmiş bu leziz sebzenin tadını bilenler. Ne de olsa mevsimi şu sıralar. Alanın üç bir yanı yine tarihi evlerle kaplı. Tümü de elden geçmiş, bakımlı. Pencereler, kapıları, panjurları tahta oyma, üstün bir işçilik. Üç kattan yükseği yok. Daha ortaçağda dikkat etmişler demek kentlerde düzene... Alanın bir köşesinde yan yana çiçekçi tezgâhları. Rengârenk her şey. İnsanından sebzesine, çiçeğinden tarihi yapısına. Güneş iyice yükseliyor, öğle yaklaşıyor. Otelin önünde kadınlı erkekli şık insanlar söyleşip gülüşüyor. Ellerde şampanya kadehleri, kırmızı beyaz şaraplar, köpüklü fıçı biraları. Bir şey kutluyorlar gibi. Uzun beyaz önlüklü garsonlar gümüş tepsilerde siyah havyarlı, füme balıklı, İsviçre peynirli küçük ekmek dilimleri taşıyor dışarı. Pazaryerinde alışverişi bitirenler İtalyan'a uğruyor, espresso, capucino içmek, leziz dondurmalardan tatmak, eve gitmeden önce tanışlarla biraz çene çalmak, günün keyfini çıkarmak için... Alandan kiliseye uzanan yolda çalgıcılar. Trompet, kontrbas, saksofon. Çaldıkları havalar oynak. Başlarında kapkara koca şapkalar. Sakallar uzamış. Şakalaşıyorlar yanlarından geçenlerle, durup dinleyenlerle, yere açtıkları örtücüğe para atanlarla. Doğu Avrupalılar galiba. Sanki bir yerden gözüm ısırıyor. Prag'da, IV. Charles Köprüsü'nde görmüş olmayayım kısa süre önce! Kim bilir? Yol yokuşlaşıyor. Yükseliyor kiliseye doğru. Aşağıda küçük ırmak pırıl pırıl, su dolu. Üzerinde bembeyaz bir gezinti gemisi. Sonra sağda bir sokak. Daracık, küçük. Adı çok ilginç: ''Türk Sokağı'' ... Ne işi var burada? 1494'te Besigheim'a bir Osmanlı Türkü'nün yerleştiği biliniyor. İtalya'dan gelmiş olabilir. Hıristiyanlığı kabul ediyor ve kayıtlara adı Hans Türk olarak geçiyor! Az sonra karşımızda, tepemizde, her şeye yukardan bakan kilise. Devasa. İnsanların üzerine üzerine geliyor. En büyük o! Ondan yücesi yok. Bastırıyor kasabayı, altında eziyor yemyeşil doğayı, yaşam dolu evleri, mutlu ve özgür yaşamı özleyen bireyleri...
 
www.ahmet-arpad.de

11 Haziran 2006

Efsane otomobiller

Cumhuriyet 11.06.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Beton dans ediyor. Hareketli, kayıyor, koşuyor sonsuzluğa. Dev bir yapı, dinamik, yüce bir heykel. Heyecan verici bir şey. Şekiller, motifler, renkler birbirine karışıyor, iç içe geçiyor. Kavisler, sarmallar. Elli metre yüksekliğindeki yapıd a yuvarlak olmayan tek şey, metal, ultramodern, kurşuni oval kabinlerin asılı olduğu düz duvarlar. Dünyada başka örnekleri yok, ilk kez yapılmışlar. Yükseliyorlar üç bir yandan hızla göğe ve asansörden başka her şeyi andırıyor. Bu devasa yapı bir ''savaş gemisi'' ; hayır, bir ''uzay gemisi'', insanın üzerine üzerine geliyor... Kırmızısı var, siyahı, yeşili var, sarısı, beyazı da yok değil. Hepsi birbirinden ilginç, çekici, kendine âşık edici. Tümü de yaşlı, 1890-1910 arası doğmuşlar. Paha biçilemez değerlerine. İnsanoğlunun ilk otomobilleri onlar. 3-5 beygir gücünde, en hızlısı saatte 30 kilometre hıza ulaşıyor. Mercedes-Benz ya da uluslararası adıyla DaimlerChrysler, Stuttgart'taki eski otomobiller müzesini yeniledi. Daha doğrusu, merkez binanın hemen yanı başına, bir tepeciğe, 150 milyon Avro harcama yaparak yepyeni bir müze kondurdu. 16 bin 500 metrekarelik alanda, 160 tarihi araç sergileniyor. Otomobilinden kamyonuna, otobüsünden yarış arabasına, kral kayıklarından traktörlere... Geleneksel ve modern, geçmiş ve gelecek, bu modernin moderni yapıda bir araya gelmiş. ''Bu müze kuruluşun geleceğine yapılmış çok önemli bir yatırımdır'' sözleriyle açılışı yaptı şirket genel müdürü, 1953 İstanbul doğumlu Dr. Tezsche , bine yakın davetlinin huzurunda. Gerçekten de bu dünya kuruluşunun, şu sıralar bir yandan 8 bin insanı, eline yüksek tazminat vererek kapı önüne koyarken öte yandan 150 milyon Avro'yu dünyanın en büyük otomobil müzesi kabul edilen bu çılgın yapıya harcaması insana tuhaf gelebilir. Ancak daha şimdiden, otomobil tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen çifte sarmal müze yapısı, kuruluşun geleceğine yapılmış, uzun vadeli bir yatırım. Sadece Mercedes mi? Hayır, az ötedeki, Stuttgartlı diğer ünlü otomobil yapımcısı Porsche de müzesini büyütüyor, yeniliyor. Açılışı 2007'de. Üçüncü ünlü, BMW, Münih'e yepyeni bir müze konduruyor şu sıralar. Hepsinin ortak amacı, otomobil tarihinin geçmişi ile geleceği arasında bir köprü oluşturmak. Mercedes bir efsane! 19. yüzyılın sonlarında yaşamını Fransa'nın Nice kıyılarında geçiren Viyanalı zengin işadamı ve otomobil tutkunu Emil Jellinek , Daimler'in 1900'de piyasaya çıkardığı yeni modelin 35 beygirlik gücüne o kadar hayran kalır ki hemen 36 adet birden ısmarlar. Ancak bir koşulu vardır: Daimler bu modele 10 yaşındaki kızı Mercedes'in adını verecek ve Orta Avrupa satışlarını Jellinek üstlenecektir. Daimler hemen kabullenir ve Mercedes adı 1902'de tescil edilir. Emil Jellinek servetine servet katar, girdiği her yarışı da kazanır. Şimdi yeni müzede sergilenen bu ilk araç, Mercedes hayranlarını, kuruluşun ilginç geçmişine götürüyor.
 
www.ahmet-arpad.de

21 Mayıs 2006

Ahmak ıslatan ve turistler

Cumhuriyet 21.05.2006
AHMET ARPAD
PRAG

Yaşlı adam koşuyor. Çok yavaş. Buna koşmaktan çok hızlı yürümek denir. Yetmişinde olmalı, belki de seksenine yaklaşmış. Yaşına göre dinç sayılır, çabuk çabuk atıyor adımlarını. Ayağında beyaz bir şort. Rengi solmuş, tenine yapışmış mavi atletin sırt numarası 187. Bomboş caddede tek başına. Az arkadan bir cankurtaran geliyor, ağır ağır. Yaşlı adam yürüyor, başı dik, gözleri ilerde. Yol kenarındaki insanlar alkış tutuyor ona. Yağmur çiseliyor inceden. Hava bir açıyor, bir kapatıyor. Tam bir nisan havası. Kent yine de turist kaynıyor. Cafe Slavia'dan az önce çıkmış, IV. Charles Köprüsü'ne yürüyorduk. Prag'da bugün yarı maraton var. Az önce yanımızdan geçen adam sonuncu olacak. Cankurtaran peşinde uzaklaşıyor. Polisler caddeyi trafiğe açıyor. Köprü her zamanki gibi dolu. Az önceki ahmak ıslatan hiç kimseyi kaçırmamış. İnsanlar akın akın. Turistler... Köprüde Praglı yürümüyor. Kentliler, kartpostal, resim, fotoğraf ve biblo satan satıcı, her çeşit müzik aletini çalan müzisyen, kuklacı, karşısına aldığı insanların resimlerini çizen ressam. Tezgâhlarda eski Prag. Küçük tablolarda, kartpostallarda, siyah-beyaz fotoğraflarda nostalji. Dar, loş sokaklar, kara yüzlü binalar, heykeller, karlar altında IV. Charles Köprüsü. Ancak komünizm yıllarının bu romantizmi, ülkenin Batı'ya açılmasıyla yok olup gitmiş. Yaşlı Praglılara bakılırsa, genç nesiller gülmesini unutmuş. Düşünce özgürlüğüne kavuşan toplum şimdi günlük yaşam savaşı veriyor. 8 ayda yaptığım 3 Prag ziyaretinde bu kanıya ben de vardım. Lokanta mutfaklarından Çek yemekleri çıkmış, İtalyan, Fransız, Çin yemekleri girmiş. Dönerciler kimi köşe başlarını kapmış. Çek mutfağını bulmak artık öyle kolay değil. U Kalicha'da ''Aslan Asker Şvayk'' ı anıyorsunuz, Vlatava Nehri'nde bir adacığın üzerindeki Ostroff'ta Çek değil, Fransız, Alman, İtalyan şaraplarını tadıyor, Petrin Tepesi'ndeki Nebozizek'ten kenti seyrediyorsunuz... Ve ahmak ıslatan yine başlıyor. Prag ilkyazında kimsenin umursadığı yok. Sadece kartpostalcılarla ressamlar naylonları atıyor tezgâhlarının üzerine. Caz ve folklor müziği yapanlar ise coşkuyla devam ediyor. Kara saçlı, hafif kambur adam bütün gücüyle üfürüyor zurnasına. Genç turistler hoplayıp zıplıyor. Köprünün altından akıyor Vlatava köpüre köpüre. Yağmur çiseliyor. Köprüden çıkıp Josefov'a yollanıyoruz. Arnavut kaldırım taşları, çiseleyen yağmurun ıslaklığında ışıldayan dar sokaklardan hızla geçiyoruz. Yahudi mahallesine girip Paris caddesine çıkıyoruz. Ahmak ıslatan devam ediyor. Prag'ın ünlü saatinin önünde nefesliyoruz. Saat 5 olmak üzere, iğne atsan yere düşmez. Az sonra Wenzel Alanı'ndaki Hotel Europe'un kapısından içeri girerken yağmur duruveriyor. Piyanist Viyana ezgileri çalıyor. Becherovka'ları bir dikişte içiveriyoruz. 13 bitkiden yapılan bu sert içki ne de leziz!
 
www.ahmet-arpad.de

23 Nisan 2006

Mozart'a kimse dokunamaz!

Cumhuriyet 23.04.2006
AHMET ARPAD
SALZBURG

Duruyor öyle. Omuzlarını hafif çekmiş, üşürmüş gibi bir hali var. Karlar üzerinde buz tutmuş. Üç metreye yakın boyu. Her görenin hoşuna gitmiyor, çoğu kişi onu böyle görünce öfkeleniyor. En çok da bu kentte yaşayan insanlar! Salzburg'un dar sokaklarından birinde yanınızdan geçene sorun: ''Markus Lüppertz'in Mozart heykeline nereden gidilir?'' diye. Adamın hemen suratı asılır. ''Dehşet bir şey, görmenize hiç gerek yok!'' der öfkeyle. Bir başkasının yanıtı da, ''Rezalet, tam bir küstahlık!'' olur. Bu modern bronz heykeli kentin tam göbeğine değil, kıyı köşe bir yere, Ursulinen Alanı'na koymuşlar. Bana kalırsa, Herbert von Karajan adını taşıyan ve otomobil parkını andıran alandan daha iyi bir yerde duruyor Salzburg'un bu ünlü çocuğu. Güzel biri değildi Mozart . Gözleri hafif patlak, çifte gerdanlı, cildi çiçek bozuğu, sürekli bir yerden bir yere huzursuzca koşuşturan, kimi zaman hoppa, kimi zaman duygulu yaşam sürdüren, yaşadığı sürece çevresinin pek anlamadığı içine kapanık biriydi... 35 yıl, 10 ay ve 9 gün süren kısa yaşamının ardından kavramıştı insanlar Mozart'ın yarattığı müziğin dünyayı değiştirecek güçte olduğunu. Yaşamının üçte biri yollarda geçmişti. 10 yıl, 2 ay ve 8 gün kentten kente, konserden konsere gidip durmuştu. Salzburglu'nun pek beğenmediği o heykel, bence yaşamı yarım kalmış, düşünceleri karmakarışık, alıngan, fakat güçlü bu insanı çok iyi anlatıyor. Bütün Avusturya, Mozart'ın 250. yaşını kutluyor. En çok da Salzburg! Yılbaşından bu yana turistler akmaya başlamış Salzach Nehri ile kayalık tepeler arasına kurulu bu güzel kente. Euro City Mozart ekspresine binip gelenler var, Wolfgang Amadeus Mozart Havaalanı'na inenler de var. Amadeus Oteli'ni yeğleyenler çoğunlukla Amerikalılar. Bizler de karlar içindeki Bad Tölz, Tegernsee ve Bechtesgaden'i arkada bırakıp, sınırın öte yanındaki bu kente günübirliğine yine bir uğrayalım demiştik. Nereye bakarsanız karşınızda hep o! Bira kadeh ve bardaklarında, ''Mozart- for-Men'' tıraş losyonlarında, tişörtlerde, poşetlerde, çantalarda, yuvarlak çikolatalarda, pastalarda, kemanı andıran özel yapım sosislerde, sayısız şarapta, birada, sert içkide, yemek tabaklarında... Her yerde o gülümsüyor! Bütün dükkânlar, lokantalar, barlar, kafelerde o karşılıyor sizi! Salzburg bu yıl tam bir kültür turizmi yaşıyor. Operalar, konser ve sergi salonları, tiyatrolar, kiliseler, alanlar, galeriler Mozart'la içli-dışlı... Kimler gelmiyor bu kente! Dünyaca ünlü, aklınıza gelen kim varsa Salzburg'da bu yıl. Mozarteum'da 5 Haziran saat 11'de Fazıl Say da Mozart sevenlerin karşısına çıkıyor. Kentin sokak ve alanlarını kocaman topları andıran, rengârenk yuvarlaklar doldurmuş. Mozart çikolatalarını anımsatan 80 adet top, 105 metre çapında. Bu sanat eserleri için sponsorların cebinden tam 700 bin Avro çıkmış! 17 Nisan'a kadar Salzburg'da, ardından da yıl sonuna dek Viyana'dan Stuttgart'a birçok Avrupa kentinde. Buraya kadar gelip de karşı kıyıya geçmemek, Kapuzinerberg'in yamaçlarına tırmanmamak olur mu? Mozart 18. yüzyılın ünlü Salzburglusu! 20. yüzyılın ünlüsü de tabii ki Stefan Zweig! Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında eşi Friderike ile geçirdiği yıllardır Zweig'ı edebiyatta doruğa tırmandıran. En güzel eserlerini, kente ve Salzach'a yukarıdan bakan o iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş bu villada yazmıştır. Az sonra yine aşağıda Linzer Sokağı'ndayız. Gabler birahanesinin penceresinde komponist Ferruccio Busoni' nin sözleri: ''Mozart çok şey anlatır, fakat hiçbiri fazla değildir!'' Mönchberg'in eteğindeki St. Peter Mezarlığı'nı da mutlaka görmek gerekir. Sanatçı ve bilim adamlarının mezar taşları bugün karlar altında. Mozart'ın kız kardeşi Nanerl, Haydn' ın küçük kardeşi Michael, Salzburg Katedrali'nin mimarı Solari bu çok romantik ve tarihi mezarlıkta. Salzburg 2006'da Mozart'la yatıp, Mozart'la kalkıyor. Kentli onu çok seviyor, kimseyi ona dokundurmuyor. Çünkü o, insanları birbirine bağlıyor. Sevilmez mi Mozart?
 
www.ahmet-arpad.de

2 Nisan 2006

Hitler’in kara tarikatı ve yitirilmiş gençlik

Cumhuriyet 02.04.2006
AHMET ARPAD
MÜNİH

Bad Tölz’e uzanan yol karlı. Yaşlı kadın başı önünde, bastonu elinde, karlara bata çıka yürüyor. Otobüsü kaçırmıştı. Bu havada bir sonrakini beklemeye hiç de niyetli değildi. Kafasında bin bir düşünce. Anılarında geçmişi yaşıyor. Yüzü dert ve hüzün dolu. Ötelerde Bad Tölz. İsar nehri kıyısındaki tarihi yapılar. Yol az sonra yokuş aşağı inmeye başlıyor. Sağa doğru bir viraj yapıyor. Karşıda kocaman bir yapı. Yaşlı kadın duruyor, gözlerini kapatıyor. Anılarında geçmiş... 
 
... “SS-Junker Okulu”nun kapısında nişanlısını bekliyor. Genç adam az sonra hafta sonu iznine çıkacak. Birlikte Bad Tölz’e inecekler, gezip tozacaklar, yemek yiyecekler. Nişanlısı yirmi yaşında. Uzun boylu, geniş omuzlu. Sarışın ve mavi gözlü. Görür görmez aşık olmuştu ona. Geçen yazdı. Çalıştığı çiftlikteki kızlarla bir pazar günü Bad Tölz’e dansa inmişlerdi. Büyük bahçede izne çıkmış genç askeri öğrenciler de vardı. Biri ötekinden yakışıklıydı. Sonra anlatmıştı diğer kızlar SS-Junker Okulu’na güzel olmayan gençlerin alınmadığını. Hepsi de sarışın, mavi gözlü ve çakı gibi olmalıydı. Berlin’den gelmişti kız bir yıl önce Bavyera’nın doğası eşsiz bu yöresine. Dağlar, tepeler,çayırlar... Çiftlikte çalışmaya yollamışlardı dört yıllığına. Almanya’nın tüm yörelerinden gelmiş genç ve güzel kızlar çevredeki köylülerin yanında tarlalarda, bahçelerde, ahırlarda canı gönülden çalışıyordu. Ülkelerinin kalkınması hepsinin ülküsü idi... Annesi üniversite öğretim görevlisi, profesör babası uçak mühendisi idi. Führer’e ve onun Almanya’yı güçlendireceğine olan inançları sonsuzdu. Nişanlısına aşık olduğunda on yedi yaşındaydı. Genç adam son haftalarda sık sık evlenmekten söz edip duruyordu. “Senden güzelini nereden bulacağım,” diye iltifatlar yapıyordu. Nişanlısının büyük çiftlik sahibi ana babası da: “Sizler birbirine yakışan çok güzel insanlarsınız,” diyordu. “Mutlaka evlenmeli, ülkemize güzel çocuklar armağan etmelisiniz!”.
 
... Yaşlı kadın gözlerini açıyor. Anılarından bugüne dönüyor. Sonra yoluna devam ediyor. Tren istasyonunun önünden geçip, kilise alanına sapıyor. Kocasının ölümünün 50. yılıydı bugün. Yakında, Tegernsee gölü kıyısında, şirin Bad Wiessee’de bir yaşlılar yurdunda kalıyordu. Otuz altı yaşında ölen kocasının ardından iki kızını tek başına büyütmüş, onları evlendirmiş, torun sahibi olmuş, kendisi ise bir daha hiç evlenmemişti... 

... Nişandan bir kaç ay sonra okulu bitiren kocasını hemen Berlin’e yollamışlardı. Kayınbabası artık çok mutluydu. “Bu vatana değerli bir evlat yetiştirmişim ben,” diye konuşup duruyordu. Altı ay sonra Berlin’den yazmıştı kocası: “Ben artık bir SS subayı oldum, hepiniz gurur duyun benimle!” Genç kadın sevinsin mi, üzülsün müydü? 
 
... Kilisenin hemen yanındaki Gasthof Zantl’ın kapısından içeri girdi. Cam kenarında bir masada oturuyordu Else. Kocasının kız kardeşi hâlâ Bad Tölz’de yaşamaktaydı. Yetmiş beş yaşında güzelliğini yitirmemiş, dinç görünümlü bir kadındı. Masaya sokulan yengesini gurur dolu, sert bakışlarla süzdü. Birlikte yemek yiyecekler, ölüm gününde kocasını anacaklar, şerefine kadeh kaldıracaklardı... 
 
... Genç adamın ilk görevi doğu cephesinde olmuştu. Aylarca haber alamamıştı ondan. Kaynanası arada sırada: “Polonya’da sanırım,” derken gülümsüyor. “O ve arkadaşları en önde çarpışıyor bu vatan için”. Çalıştığı çiftlikte diğer kızlar ona hem acıyor, hem de kocası SS subayı olduğu için onunla gurur duyuyordu. Ancak çiftçinin büyük oğlu son zamanlarda bir tuhaf bakmaya başlamıştı. Sonunda günün birinde yanına sokulmuştu: “Kocanın ne yaptığından haberin var mı senin?” Sesi oldukça sert çıkmıştı. “O görevi gereği insan öldürüyor. Kimseye acımıyor senin kocan.” Şaşırmış, dili tutulmuştu. “SS’ler ölüme gider, onlar asker değil, savaşçıdır. Gözleri ölümden başka bir şey görmez!” Adam bir şeyler daha söylemişti. Kulakları duymuyordu genç kadının. “Hitler’in kara tarikatı... Nasyonal-sosyalist ırk düşüncesine inanan ölüm robotları...” 
 
... “Yaşasaydı şimdi 86 yaşında olacaktı,” diye konuştu. Görümcesi bir tuhaf baktı suratına. “Onun gibi cepheden cepheye yollanan birinin daha önce ölmediğine şükredelim,” diye mırıldandı. Polonya’dan dönüşünde evlenmişlerdi. Eşi sekiz ay sonra cepheden geldiğinde genç kadın hamileydi. Genç adam bu kez çok yorgun, suskun ve keyifsizdi. Yıllar sonra yaptıklarından pişmanlık duyduğunu anlatmıştı: “Bizler gençliğini yitirmiş insanlarız...” Savaşın son yıllarına doğru partiye üye olmadı diye Naziler babasını da bir kenara atmışlardı. Adamcağız zamanla içine kapanmış, zayıflayıp erimişti. 1944’ün Kasımında tank birliği ile Finlandiya’ya yollanan kocası kısa süre sonra karnından ağır yaralı geri gelmişti. Fakat biraz iyileşir iyileşmez bu kez de İtalya’da bulmuştu kendini. Savaşın son haftalarında orada esir düşmüştü. Almanya artık doğudan ve batıdan sarılıyordu. Ruslar Berlin’e girmeden az önce babası ile annesi kıyısında yaşadıkları Müggelsee gölüne açılmışlar ve intihar etmişlerdi. Bir hafta sonra da kocasının Bad Tölz’deki ana ve babası samanlıkta asılı bulunmuştu. Bavyera’ya giren Amerikalılara teslim olmak istememişlerdi. Kocasına gelince, o son yıllarını sürekli hastanelerde geçirmişti. Finlandiya cephesinde yediği Rus kurşunundan zedelenen bağırsakları bir türlü iyileşmek bilmemişti. Ağrıları giderek arttığından morfin vermeye başlamışlardı. Günün birinde odasında ölü bulunduğunda otuz altı yaşındaydı. Yaşamına kendi eliyle son vermişti....
 
...Yaşlı kadın nefes almak istiyordu. Masadan kalktı. Görümcesini şöyle bir selamlayıp, dışarı çıktı. Karlar içindeki ana caddede nehre doğru yürüdü. Az sonra İsar üzerindeki köprüde durmuş, köpüre köpüre akan azgın suları seyrediyordu.

www.ahmet-arpad.de

16 Mart 2006

Immer mehr junge Türken setzen auf die arrangierte Ehe

Stuttgarter Nachrichten, 16. März 2006

Gescheiterte Integration und neue Parallelgesellschaft heizen Heiratsmarkt mit Frauen aus der Heimat an / Von Ahmet Arpad
 
Stuttgart - „Die Unterscheidung zwischen Ehen, die unter Zwang zu Stande kommen, und lediglich 'arrangierten Ehen'“, bei denen beide Brautleute der elterlichen Wahl in freier Entscheidung zustimmen, ist schwierig“, schrieb der frühere Bundesinnenminister Otto Schily im Januar 2005.
In seinem Buch „Spagat mit Kopftuch“ äußerte der türkische Politikwissenschaftler Mehmet Özdemir: „Die Türken versuchen, sich in der deutschen Gesellschaftsstruktur, die sehr oft in einem krassen Gegensatz zu den ethischen Vorstellungen des Islam und der türkischen Kultur steht, zurechtzufinden. Viele türkische Familien haben große Schwierigkeiten, sich an die deutsche Lebensweise zu gewöhnen. Folge: Sie schließen sich in eigenen Stadtteilen zusammen, in denen sie gettoartig, vielfach unter schlechten Wohnraumverhältnissen, leben.“
 
Türkische Familien in Deutschland werden immer religiöser, ziehen sich in die Parallelgesellschaft zurück, organisieren sich in immer größer werdenden islamischen Vereinen und Verbänden, die immer öfter von Politik und Kirche unterstützt werden. Es bilden sich ethnische Gemeindeinseln, die Schutz bieten. Doch Gettos treten einen Teufelskreis von Diskriminierungen los. Auf diesem Nährboden haben sich Fundamentalisten verschiedener islamischer Sekten niedergelassen. Ihre Vereine sind die einzigen, die Sozialdienste anbieten und im Bildungsbereich aktiv sind. Vielerorts werden sie von den Kommunen mit Beiträgen in sechsstelliger Höhe unterstützt.
 
Seit etwa zehn Jahren gibt es zudem genügend Zeichen, dass es eine verstärkte Tendenz vor allem türkischer Muslime gibt, ihre Religion auch nach außen zu leben. Fundamentalisten haben ihre Chance erkannt. Der wachsende Einfluss dieser Organisationen wirkt sich vor allem auf türkische Mädchen und Jungen aus. Denn für die bundesweiten „Zentren“ der islamischen Vereine und Verbände geht es vorrangig um Jugendarbeit. Die Moschee spielt nur eine Nebenrolle. Jungen und vor allem Mädchen sollen islamische Werte vermittelt werden. Sozialarbeiter, die mit ausländischen Jugendlichen arbeiten, stellen einen Rückzug in die Familie und nationale Gruppen fest. Islamische Organisationen übernehmen in immer stärkerem Maß die Rolle politischer Lobbyisten für „religiöse Identität“.
 
Eine jahrelang falsch verstandene Liberalität und Toleranz führte dazu, dass seitens der Islamisten - denen es nicht um religiöse Überzeugung, sondern um Durchsetzung politischer Ziele geht - weiter gehende Forderungen erhoben werden. Viele islamistisch erzogene Migranten und Migrantinnen wollen mit der deutschen Gesellschaft in der Regel nichts zu tun haben. Sie sprechen meist kein Deutsch. Die Lebensweise der Deutschen wird vor allem von den überzeugt religiösen Musliminnen verachtet. Die offene Gesellschaft scheint für sie keine Alternative. Sie wenden sich den Traditionen zu. Umgekehrt verliert die deutsche Gesellschaft den Zugang zu diesen Migranten. Der Islam ist und bleibt ihre Heimat - in der Fremde eher noch mehr, als es in der Türkei der Fall gewesen ist.
 
Aber auch immer mehr Familien, die nicht nach den Regeln des Islam, sondern nach den Traditionen und der Religion ihrer Heimat leben, betrachten den Alltag in deutschen Großstädten als gefährliches Pflaster und befürchten, vor allem ihre Töchter könnten ihrem Einfluss entgleiten. Dann wird oft, wenn die Zeit reif ist, an eine arrangierte Ehe gedacht. Sie gilt bei vielen türkischen und arabischen Eltern als traditionelles Muster der Familienbildung und soll eine gute Versorgung der Töchter sichern. Die meisten Familien, die sich in die Parallelgesellschaft zurückgezogen haben, verheiraten ihre Kinder mit Kindern, die aus ihrer Region in der Heimat stammen. So wird gewährleistet, dass die Tradition, die Normen und Werte des Herkunftslandes erhalten bleiben. Unter den Türken betrifft das vor allem die Kurden, die alevitischen oder arabischen Stämme an der Grenze zu Syrien.
 
Es geht um das Wagnis, von einer Welt in die andere zu wechseln. Das ist auch ein persönliches Problem. Nach Jahren der Einbettung in die Familie sind die jungen Menschen plötzlich auf sich gestellt. Das Ausbrechen aus dem gewohnten Kreis ist gerade für junge Frauen kein leichter Schritt. Sie sind auf ein Leben außerhalb der Familie meistens wenig vorbereitet. So machen ihnen das Auf-sich-allein-gestellt-Sein und die Trennung vom alten Umfeld große Sorgen. Kritiker solcher Ehen behaupten, eine arrangierte Ehe sei zwar keine Zwangsehe, aber die Grenze sei nicht immer ganz klar - vor allem, wenn die zu Gehorsam und Scham erzogenen Töchter kein klares Nein herausbringen. Betroffene Mädchen und junge Frauen, die ständig im Konflikt zwischen den Wert- und Normvorstellungen des Elternhauses und des deutschen Umfelds stehen, seien oft bereit, viele Freiheitseinschränkungen und Verbote hinzunehmen.
 
Die gescheiterte Integration und die dadurch entstandene Parallelgesellschaft sind auch Gründe dafür, warum immer mehr unverheiratete türkische Männer eine arrangierte Ehe mit Frauen aus ihrer Heimat vorziehen. Ein anderer Grund ist, dass in Deutschland auf 100 unverheiratete türkische Männer nur 48 unverheiratete türkische Frauen entfallen.
 
Der Erziehungswissenschaftler Ali Uçar, der seit Jahren türkische Migrantenfamilien in Deutschland beobachtet, geht davon aus, dass die Zahl der Zwangsheiraten und arrangierten Ehen in der dritten Generation auf Grund unzureichender Integrationsmaßnahmen weiter zunimmt.
 
Wenn über die Situation türkischstämmiger Frauen berichtet wird, stehen fast immer Probleme oder Schreckensmeldungen über Gewalt, Unterdrückung und Zwang im Vordergrund. Dabei weist die mehr als 40-jährige Geschichte der türkischen Frau-en in Europa auch zahlreiche Erfolge auf. So gibt es inzwischen in Europa sehr viele türkischstämmige Politikerinnen, Unternehmerinnen und Schauspielerinnen. Viele dieser Frauen verfügen über eine gute Schul- und Berufsausbildung. Dieser Erfolg wird häufig übersehen.
 
Der Frauenanteil in der türkischen Bevölkerung liegt derzeit bei 48 Prozent. Heute sind sie in allen Lebensbereichen aktiv. Sie treten als Künstlerinnen und Politikerinnen, Ärztinnen und Anwältinnen, Angestellte und Lehrerinnen auf. 22 Prozent aller türkischen Selbstständigen sind mittlerweile Frauen. Vor allem in der dritten Generation steigt der Anteil der Abiturienten sowie der Universitätsabsolventen kontinuierlich, derzeit sind 39 Prozent aller türkischen Studierenden Frauen.
 
Der Journalist Ahmet Arpad lebt seit vielen Jahren in Stuttgart und schreibt unter anderem für die Tageszeitung „Cumhuriyet“.

12 Mart 2006

Çocuk yaşta içki bağımlısı

Cumhuriyet 12.03.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Gençlik Evi'nin toplantı salonunda rahat koltuklara kurulmuş oturuyorlar. Bir öğretmen, bir sosyolog, emniyetten bir yetkili, bir hastane doktoru. Karşılarında iki kızla, gençten bir delikanlı. Kadının söylediğine göre gençler 13-14 yaşlarında. Sorunları var. İçiyorlar. Boş zamanlarında, daha çok hafta sonlarında, diskoteklerde, arkadaş partilerinde. Kimi zaman öğretmenleri ile gittikleri okul gezilerinde de araları alkolle hep iyi. Adının Jack olduğunu söyleyen delikanlı en çok konuşanı. Kızlar ise az konuşup çok dinliyorlar. Saçlarını sarıya boyattığı belli olan Jack, dünyayı pek takmayan bir havada: ''İçmediğimiz hafta sonu yok'' diyor. ''Ne varmış bunda? Arada bir kafayı bulmak kötü mü? Sigara tiryakisi olsak ya da uyuşturucu alsak daha mı iyi olurdu?'' Sağına soluna şöyle bir bakıyor. Herkes kulak kabartmış, ses çıkarmadan onu dinliyor. Anlatıyor, anlatıyor. Yaptıklarından gurur duyuyormuş gibi bir hali var. Yaşlarından büyük gösteren kızlar da dudaklarında hafif bir gülümseme, gözlerini Jack'tan ayırmıyorlar. ''En çok partilerde kafayı buluruz. Bir akşamda 7-8 büyük bardak Cola-Votka olağandır bizler için...''
 
Şöyle bir hesaplıyorum. Litrelik bir şişe adam başına! ''Votka içtin mi eve geldiğinde ağzın içki kokmaz'' diye devam ediyor Jack. ''Diskotekler pahalı, en çok 2 kadehe yeter paramız. Biz içeri girmeden, dışarıda birkaç yudum alır, hafiften keyifleniriz...'' Kızlardan esmeri gülümsüyor. Psikolog kadın söze karışıyor: ''Çocuk yaştaki gençlerin hafta sonu partileri son yıllarda giderek artıyor'' diyor. ''7. sınıfta başlıyorlar, 12-13 yaşında öğrenciler bu partilerde sabaha kadar içiyor.'' Emniyet yetkilisi, kadının bıraktığı yerden devam ediyor: ''Buna içmek denmez. Kafayı çekiyorlar, kendilerinden geçene kadar. Hastaneye götürülenler çok aralarında.'' Adam çok heyecanlı. Görev alanına öğrencilerin okul dışındaki yaşamları ve sorunları giriyor. ''Özellikle yaz aylarında açık hava konserleri, bahçelerde yapılan partiler, sokak kavgaları... Her yerde peşlerindeyiz. İçkili kız ve erkek öğrenciler çok sorun çıkarıyor. Bizim görevimiz aileleriyle okullarını bilgilendirmek. Elimizden daha fazlası gelmiyor.''
 
Konuşma sırası hastane doktorunda. ''Bundan 10 yıl önce çalıştığım hastaneye getirilen gençlerden yüzde 14'ü alkol zehirlenmesindendi. Şimdi ise bu oran yüzde 54'e çıktı!'' diyor. ''İçlerinde yaşı 13 olanlara sık sık rastlanıyor.'' Son yıllarda toplumsal sorunları giderek artan Almanya'da aileler yaşam savaşı veriyor. İşini yitirmemek isteyen, ay sonunu nasıl getireceğiz diyen, geçim derdinden bir türlü kurtulamayan ana babalar çocuklarına pek zaman ayıramıyor. Ergenlik yaşında yalnız bırakılan, yönlendirilmeyen gençler giderek daha çok zararlı alışkanlıklar ediniyor. Aile içi sorunlarını okula taşıyan bu gencecik insanlarla öğretmenleri de baş edemiyor. Eğitim ülke genelinde geriliyor. Avrupa ülkeleri arasında yapılan araştırmalar, Almanya'nın bir türlü 20. sıradan yukarı çıkamadığını kanıtlıyor. Peki, 12-13 yaşındaki çocuklar sert içkileri nereden buluyor? Yasalara göre onlara her türlü içki satışı yasak. ''Bu hiç sorun değil'' diyor emniyet yetkilisi. ''Gece-gündüz açık benzin istasyonlarında kimse onlara yaşlarını sormuyor...''
 
Jack'ın yanında oturan esmer kız: ''Bizim oradaki marketten de kolayca satın alıyoruz!'' derken gülümsüyor. ''Arada sırada kafayı bulmak kötü olsa, siz yetişkinler de elinizi içkiye sürmezdiniz!''
 
www.ahmet-arpad.de

8 Mart 2006

Başını Kuma Sokan Gazeteciler!..

Cumhuriyet 08.03.2006

Başbakanından profesörüne, semirmiş gazete patronundan bağımlı köşe yazarına... Ne tuhaf bir ülkeyiz, 82 yıldır laiklik ve demokrasi yolunda yürüyen bir basın organından Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne sokmak isteyen bir başbakan, düşünce özgürlüğünün koruyucusu sandığınız basın mensupları sürekli rahatsız oluyor!
 
Ahmet ARPAD
 
Yığınlar sorunlu, sürekli geçim sıkıntısında. Milli Görüş yandaşı, imam hatip lisesi diploması cebinde dinibütün Başbakan Türkiye'ye 'uğradığı' zaman ya onu bunu eleştiriyor ya da coşkulu AB nutukları atıyor. Peşinden giden medya, başını kuma sokmuş...
 
Sanki görevi kamuoyunu bilgilendirmemek, aydınlatmamak, yanlışların üzerine gitmemek.
Son üç yılda Türkiye'de inanılmaz olaylar yaşanıyor. İnsanımız yoksulluk içinde kıvranırken medyadaki birileri çıkarlar uğruna gözlerini ve kulaklarını kapatıyor.
 
Onlarca yıldır ülkenin sorunlarına inatla dikkati çeken Cumhuriyet gazetesine ve yazarlarına saldırmayı ise yerine getirilmesi zorunlu bir 'görev' kabulleniyorlar.
 
'Boyalı basın' ın gökdelenlerine kurulmuş dolar maaşlı kimi genel yayın müdürü bu yazarcıklar televole gazeteciliği yaparken onurlanıyorlar. Pohpohlamaktan eleştirme görevini unutmuşlar. ''Bakarsın gün gelir, işim düşer'' kafa yapısıyla beklemedeler. Omuzlarını sıvazlayanlar, çıkarları uğruna cumhuriyetin temellerini kemirirken, onlar bir karmaşa ortamında görevlerine devam ediyor. Ülkeyi ''ölüm döşeği'' ne yatırmak isteyenlere arka çıkıyorlar. Onlar, oradan oraya sürülen piyon taşları, ipleri görünmeyen birilerinin elinde, yaptıklarının tamamen bilincinde zavallı kukla kişiler.
 
Osmanlı'nın son döneminde ülke yabancı güçlere peşkeş çekilirken yönetenler yığınlardan kopmuştu. Kamuoyu suskundu, rejime karşı çıkanlar sessizliğe mahkûm edilmişti. Bugün de özellikle son hükümetin ve kuklası kimi medya yazarcıklarının ikide bir Cumhuriyet gazetesine saldırması insana o uygulamayı anımsatıyor. ''TEM manzaralı'' kocaman odasında oturan, saatlerini bilgisayarı ile baş başa geçiren, günlük yaşamında halkın içine pek girmeyen gazeteci, toplum ne yapıyor, ne düşünüyor, nereden bilsin? Halkın sorunlarını yaşamayan, günbegün köşesinde yazdıkları ile kimi, neye inandırmak istiyor bu insan? Okura ahkâm kesen yüzeysel masabaşı gazetecisi, insanımızın yaşam değerinin ne olduğundan haberdar değil ki!
 
Çıkarlar peşinden koşan politikacılarla ensesi kalın gazete patronları ve eli altındaki yazarcıklar almış tekellerine düşünce özgürlüğünü. Çıkardıkları boyalı gazeteler kamuoyunu aydınlatmak, bilinçlendirmek görevini çoktan yitirmiş.
 
Düşünce özgürlüğünün sınırlarını belirleyen para babası patronyüksek maaşları dolarla ödüyor. Çıkarları uğruna toplumdan uzaklaşmış, köşe kapmış yalınkat gazeteci de giderek daha çok sorumluluktan kaçınıyor. Ülke demokrasisi göz göre göre yozlaşıyor.
 
Ürkütücü bir gelişme. ''Ben yaptım, oldu'' kafalılar at koşturuyor. Neredeyse astıkları astık, kestikleri kestik, karşı çıkan yok. Ülke 3 Kasım'dan bu yana önemli bir rol ayrımında. Hele son aylardaki gelişmeler, yaşanan bazı acı gerçek, sorunları göz ardı edilen tabanın gözünü artık açmalı. Uyanmalı birey. Peki, ama nasıl?
 
Sözüm ona aydın mı, sözüm ona gazeteci mi uyandıracak onu? İkide bir Cumhuriyet'e ve yazarlarına saldırmayı bir marifet sananlar, basın ve düşünce özgürlüğünün sadece kendileri için geçerli olduğu sanıyor!
 
Başbakanından profesörüne, semirmiş gazete patronundan bağımlı köşe yazarına... Ne tuhaf bir ülkeyiz, 82 yıldır laiklik ve demokrasi yolunda yürüyen bir basın organından Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne sokmak isteyen bir başbakan, düşünce özgürlüğünün koruyucusu sandığınız basın mensupları sürekli rahatsız oluyor!
 
Ödün vermeden çevresini aydınlatmaya çabalayan bir avuç gerçek gazeteci ise yılmadan inatla bu ''akıntı'' ya kürek çekiyor, yaşam savaşı veriyor... 

19 Şubat 2006

Hocaefendi artık rüyalarıma giriyor!

Cumhuriyet 19.02.2006
AHMET ARPAD
STUTTGART

Bizler Hocaefendi'nin Almanya'daki adamlarıyız. On yıl önce küçükten küçükten başlamıştık işe. Zamanla iyice palazlandık. Almanları ''zararsız'' Müslüman olduğumuza inandırdığımız için de hiçbir engelle karşılaşmadık, hep emin adımlarla ilerledik ve bugünkü güçlü konumumuza ulaştık. Tabii bize karşı çıkanlar olmadı değil. Hele ilk yıllarda buradaki kimi ''laik'' Türkler belediyelerin ve politikacıların dikkatini bize çekmeye uğraşıp durdu. Fakat Almanların bütün işi gücü ''radikal'' Müslümanlarla olduğundan biz boş ve rahat bir ortam bulduk. Kendimizi iyi pazarladığımızı da unutmamak gerek. 90'lı yılların ortasında Türkiye'den gönderdikleri Halil Hoca'nın önce Stuttgart'ta, sonra da Ruhr havzasında attığı tohumlar kısa sürede yeşerdi. Bu başarılı hocayı Almanya'dan sonra İspanya ve İsviçre'ye de yolladılar. Bizler artık Almanya'da tek başımıza güçleniyor, güneyden kuzeye gitgide daha çok dershane ve özel okul açıyoruz. Örgütlenme hep aynı şekilde oluyor. Burada okuyan ya da okumaya gönderilen genç Türk üniversite öğrencileri, gençten ''işadamları'' bir araya geldi mi iş tamam. Tabii tümümüze yakını Alman pasaportlu, Almandan daha şık giyimli, yakışıklı. Hepimiz Almancayı çok iyi konuşuyoruz, çevremiz geniş. Nazik ve de işini bilen becerikli kişileriz! ''Laikler'' istedikleri kadar uğraşsınlar, yırtsınlar, bize engel olamıyorlar. Artık Cem Özdemir gibi politikacılar bile bize arka çıkıyor... Biz de ona Zaman'da köşe verdik, bir şeyler yazsın diye. Almanlar son yıllarda daha çok Arapların peşinde. Arda sırada Milli Görüş'le Süleymancıları denetledikleri de oluyor. Hem bize niçin kötü baksınlar? Biz Hocaefendici'ler bol paralar harcayıp dershaneler, okullar açarak Türk ve yabancı çocukların eğitimine, dolayısıyla da uyumuna destek oluyoruz. Stuttgart'ta açtığımız orta- okul ve lise bize 3 milyon Avro'ya mal oldu. Paranın tümü cebimizden çıktı! Bir araya gelip kurduğumuz ''işadamları derneği'' okulun sponsoru! Tüm ''kazancımız'' Hocaefendi'ye helal olsun! Tabii ben de bu arada rahata kavuştum sayılır. Stuttgart'ın az dışında üç katlı bir villa yaptırdım. Kapısındaki arabalar Mercedes. Bu arada büyük bir marketin de sahibi oldum. Her türlü gıda malzemesi satıyorum. Raflarda her marka rakı ve şarabı da bulabilirsiniz! Ne varmış bunda? ''Laikler'' şaşırıyor. Hele sıkmabaşlı kadın eleman çalıştırmadığımı fark edince daha çok şaşkına dönüyorlar! Sapa yerdeki dükkânımda müşteri az da olsa önemli değil! İşim yine de tıkırında, derneğimiz üyesi diğer ''işadamları'' gibi... Yataktan fırladım. Her yer karanlık. Sağa sola çarparak kendimi odadan dışarı attım. Afakanlar basmıştı. Buzdolabını açtım, soğuk su şişesini ağzıma dayadım, kana kana içtim! Hocaefendi artık rüyalarıma girmeye başlamıştı.
 
www.ahmet-arpad.de

13 Şubat 2006

'Çok sev sen Ayşe'ni!..'

Cumhuriyet 13.02.2006

Otuz operet ve yüzlerce şarkı besteleyen Muhlis Sabahattin'in bugün 59. ölüm yıldönümü
Ve... ''Arkamda izler bırakmadan göçüp gitmek istemiyorum'' diyen Muhlis Sabahattin, gittikçe unutuldu; sahnelerden, orkestralardan, filmlerden, plaklardan silindi. Otuz operetine, yüzlerce şarkısına karşın... Muammer ile Hazım'ın okuduğu kıvrak Karadeniz şarkısı: ''Aldatursa karum beni, ben ona bir iş ederum''u bile unutulduktan sonra!
 
BURHAN ARPAD *
 
Spiker: '' Muhlis Sabahattin 'in eserlerinden şarkılar dinleyeceksiniz'' dedi ve yaşlı bir erkek sesi duyuldu:
 
''Üç yıl beni sevdanın ipek saçları sardı
Hummalı başım göğsün üstünde yanardı''
 
''Harbi Umumî'' İstanbul'unda, her yerde bu şarkı vardı. Yalılarda, köşklerde, konaklarda, kafesli ve cumbalı evlerde mırıldanarak, içten içe, yüksek sesle, kalın kalın, yanık yanık, incecik seslerle, titreyen seslerle hep bu şarkı duyulurdu. Anlamını kavramadığım bu şarkıyı ben de söylemiştim: Bir Boğaz köyünde, eski bir köşkün bahçesinde... Altı yaşımda.
 
Radyoyu kapadım. Bir tuhaf olmuştum. Muhlis Sabahattin unutulmuş, eski bir şarkı olmuştu. Unutulmak istemezdi.
 
İkinci Dünya Savaşı'nın başlarındaydı. İstiklal Caddesi'nde şimdi hiçbiri kalmamış olan kıraathanelerden ''Ege'' de, karşılıklı oturmaktaydık. Gümbürtülü sesiyle, anlatmış, anlattıkça coşmuş, heyecanlanmış, monoklunu birçok defa düzeltmişti.
 
'Dünyada izler bırakmak istiyorum!'
 
Sultan Aziz 'in başmabeyincisi Hurşit Bey'in son erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Hurşit Bey, şark musikisiyle ilgili, çeşitli aletler çalan bir kişiydi; konağında her gece saz âlemleri yapılırdı. Küçük Muhlis'in bu toplantıları gizlice izlediğini sezen yaşlı babanın şu sözlerini, yine ''Ege'' de dinlemiştim:
 
- Sinesâf, sana esefle bir şey söyleyeceğim. Öyle seziyorum ki, bu oğlan muzikacıdan başka bir şey olmayacak. Ömrüm vefa ederse, Muhlis'i 12 yaşında Moskova Konservatuvarı'na göndereceğim; konservatuvarı ikmal etsin ve ''Memâlik-i Osmâniye'' ye bir daha avdet etmemek üzere ''diyâr-ı firenk'' te muzikacı olarak kalsın!
 
''Dünyada izler bırakmak istiyorum!'' diyen Muhlis Sabahattin, 1947 Şubat'ının 13. günü al bayrağa sarılı olarak, İstiklal Caddesi'nde, Taksim'e doğru eller üstünde taşındı ve beyaz yaldızlı, kara boyalı otomobille son durağa götürüldü, bir çukura bırakıldı, üzeri bir toprak kümesiyle iyice örtüldü.
O gün İstanbul'da gökyüzü masmaviydi. Güneş ısıtıyordu. İstiklal Caddesi, baharı, güneşi, bulutsuz gökyüzünü özlemiş insanlarla doluydu. Fakat yüzler sevinçli değil, yaslıydı. Yaşlılar, orta yaşlılar, hatta gençler ağlıyordu. Caminin karşısındaki balkonda siyahlı bir kadın hıçkırıyordu. Turnelerden dönüşte nargilesini fokurdattığı Ege Kıraathanesi kapalıydı, şehir bandosu, ağır ağır, derinden derine çalıyordu:
 
''Gel sev sen okşa beni
Çok sev sen Ayşe'ni!..''
 
Muhlis Sabahattin'in sevdiği ''Ayşe'nin Duası'', son yolculuğunda yas marşı olmuştu.
Sürgünlerde başlayan, politika çekişmeleriyle sürüp giden, sonu gelmeyen Anadolu turnelerinde geçen yorucu, çetinlerin çetini, yıpratıcı bir ömür, Tepebaşı'nın ucuz bir otel odasında tükenivermişti. Elli yedisinde.
 
Ve... ''Arkamda izler bırakmadan göçüp gitmek istemiyorum'' diyen Muhlis Sabahattin, gittikçe unutuldu; sahnelerden, orkestralardan, filmlerden, plaklardan silindi. Otuz operetine, yüzlerce şarkısına karşın... Muammer ile Hazım 'ın okuduğu kıvrak Karadeniz şarkısı: ''Aldatursa karum beni, ben ona bir iş ederum'' u bile unutulduktan sonra!
 
Gösterişli vücut yapısı, gümbürtülü sesi, aşırı el ve kol hareketleri, ikide bir düşen monokluyla unutulmaması gereken bir kişiydi. Millet Tiyatrosu'nda 1922 yılında geçen bir olayda bulunanlar, onu kolay kolay unutamaz. Bugün gibi gözümün önünde:
 
Millet Tiyatrosu'nda gündüz oyunu ''yalnız hanımefendilere mahsus''tu. Tiyatro dolmuş, programda gösterilen saat çoktan geçmişti. Perde hâlâ açılmıyordu. Muhlis Sabahattin, piyanosunun önünden sahneye fırlamıştı; çok heyecanlıydı; ''Hanımefendilerden özür dileriz'' diye başlamış, olup bitenleri anlatmıştı:
 
''Anlaşmamız hilafına tiyatro idaresiyle bir ihtilaf zuhur etti. Verilen sözü tutmadılar. Bu vaziyet karşısında size Çâresâz 'ı tek başıma temsil edeceğim. Arzu edenler kalabilir!''
 
Salonda müthiş bir alkış yükseldi
 
Sinir içindeydi. İkide bir düşen monoklunu gözüne yerleştirmeye çalışıyordu. Salondan müthiş bir alkış yükseldi. Yüzü ışıdı, sevinçle piyanoya koştu ve Çâresâz 'ı çalmaya başladı. Üç perdelik opereti, baştan sona çaldı, çaldı, çaldı; çalmakla kalmıyor, bütün vücudu, yüzü, kollarıyla ''temsil'' ediyordu:

''Aman Çâresâz, gel etme naz, tahammülüm az,
Hiç sönmesin ateşin, beni daim sevesin.
......
Gün gece demeyüp ağlıyorum,
Ateşinle hep yanıyorum.''
......
 
1890'da doğdu.
1917'de ilk opereti Çâresâz 'ı besteledi.
1942'de son eseri Çingene Aşkı revüsünü yazdı.
1947'de şehir bandosu, ''Ayşe'nin Duası'' nı, son yolculuğun yas marşı diye çaldı.
1964'te, Zincirlikuyu'daki anıt özentisi süslü taş yığınları arasında adını saatler saati aradım, 1947 Şubatı'nın 13. günü parlak demeçler, yaslı yüzlerle arkada bıraktığımız toprak yığınını bile bulamadım.
Zincirlikuyu'daki anıt özentisi mermer yığınları buz gibi, çakıllı yollar ıslak ıslaktı.
 
* Bu yazı Burhan Arpad'ın 'Perde Arkası' (Doğan Kitap) kitabından kısaltılarak alınmıştır.