13 Kasım 2005

Sabahın köründe stres

Cumhuriyet 13.11.2005
AHMET ARPAD
FRANKFURT

Otobüsten indim. Hava karanlık. Henüz sabahın körü. Yolculuk Frankfurt'a. Hızlı trenin kalkmasına daha on dakika var. Aceleye hiç gerek yok. Merdivenleri inip ana caddenin altında uzanan pasajda yürüyorum. İnsanlar bir koşuşturma içinde. İsta syon dan gelip otobüse, tramvaya, metroya gidenler. Tramvaydan trene yetişmeye çalışanlar. Metrodan otobüslere koşanlar. Stuttgart'ın göbeğindeki Klett Pasajı yerin altında üç katlı. En alt katta metro, orta katta yeraltı tramvayı, benim yürüdüğüm katta da polis karakolu, banka şubesi, berber ve kırtasiyeci, giyim ve gıda dükkânları, sayıları hızla artan ekmek-sandviç-kahve satan kayıntı büfeleri var. Sabahın bu saatinde bir yerden bir yere koşuşan insanların çoğu bu büfelere uğramadan edemiyor. Hemen hemen hepsi evden kahvaltı etmeden çıkmış, bir ellerinde kahve, ötekinde sandviç. Trene ya da metroya yetişmeye çalışırken sandviçlerini ısırıp ılık kahvelerinden bir yudum alıyorlar. Almanya'da stres sabahın köründe başlıyor! Frankfurt üzerinden Hamburg'a giden 7.27 hızlı treni tam zamanında kalkıyor. Bütün koltuklar dolu. Yer ayırttığım iyi olmuş. Kitap Fuarı haftası Stuttgart'la Frankfurt arasında sabah ve akşam trenleri ağzına kadar dolu. Yola koyuluyoruz. Makinist gaza basıyor! Az sonra tren en yüksek hızına ulaşıyor. Saatte 250 km. Hava aydınlanırken doğa kayıp geçiyor. Kimsenin dışarıyı seyrettiği yok. Kadınlı erkekli ''fuarcılar'' bilgisayarlarını açmış, cep telefonları da çalışıyor, önlerindeki masalarda kahveler ve yarısı ısırılmış sandviçler... Yolda Mannheim'la Frankfurt havaalanına uğruyoruz ve kalkıştan 1 saat 20 dakika sonra Frankfurt'a varıyoruz. İnsanlarda yine bir telaş, bir koşuşturma. Fuara gidecekler hızla taksi duraklarına yöneliyor. Stuttgart'tan yola koyulup 220 km. ötedeki fuarın kapısından içeri girmek sadece 1 saat 30 dakika sürüyor. Dünyanın en büyük kitap fuarı kentin göbeğinde, bizdeki gibi Allah'ın dağında değil! İnsanlar 50 km'lik yolu 2 saatte almıyor... O gün işimi bitirdikten sonra kenti biraz gezmeye, Rodin-Beuys ortak sergisini izlemeye karar veriyorum. Ne de olsa dönüş trenine daha 2 saat var. Frankfurt, Orta Avrupa'nın en büyük kenti olmasına karşın insanı pek çeken bir metropol değil. Onlarca kez geldim buraya, bir türlü ısınamadım Frankfurt'a. Giderek çoğalan gökdelenleri insanı altında eziyor. Hava alamıyorsunuz. Sokak ve caddeleri, mağazaları ve yapıları da çekici değil. İstasyonla Hauptwache arasında şöyle bir gidin gelin, pek Alman'a rastlayamazsınız. Sanki hiç kimse buralı değil. Herkes bir yerden bir yere gitmek için Frankfurt'a uğramış gibi. Uzak ülkelerden gelenler mutlaka Frankfurt Havaalanı'na iniyor ve buradan bir yerlere dağılıyorlar. Dört yönden gelen demiryolları Frankfurt'ta birleşiyor. İstasyon çevresindeki yapılarda oturanlar yok. Bürolar, bürolar, mağazalar, mağazalar... Ve de sayısız gece kulübü. Hiçbirinin sahibi Alman asıllı değil. Almanya'da en çok suç bu kentte işleniyor. Yakayı ele verenlerin çoğunluğu yabancı pasaportlu. Alman Yayıncılar Birliği'nin her yıl çoğu değerli kabul edeceğimiz yazara Barış Ödülü verdiği Paul Kilisesi'nin hemen arkasından taksiye biniyorum. Az sonra soruyorum asık suratlı şoföre: ''İşler nasıl?'' Susuyor bir an. Sonra: ''Kitap Fuarı günlerinde işlerimiz kesattır'' diye homurdanıyor. Merak ediyorum, niçin acaba? ''Fuara katılan yayıncılar, Almanı, yabancısı, eli açık insanlar değildir! Akşamları pek bir yere gitmezler, hele gece kulüplerine, kadına hiç!''
 
www.ahmet-arpad.de

6 Kasım 2005

Kaçırılan terörist!

Cumhuriyet 06.11.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Stuttgart'ın az ötesindeki küçük Sindelfingen kentinin adını bütün dünya biliyor. Çünkü Mercedes otomobil fabrikası burada. Geçen hafta Alman televizyonu ARD'nin yayımladığı bir filmden sonra Sindelfingen'in banliyösü Holzgerlingen'in adı da ülkede çok konuşulur oldu. İstanbul'da 15-22 Kasım 2003 tarihlerinde düzenlenen bombalı saldırıların başsorumlusu kabul edilen ve şu sıralar 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan Louai Sakra'nın Türkiye'ye gelmeden önce Holzgerlingen'de bir süre yaşadığı ortaya çıktı. ARD'nin Panorama adlı yayınında Sakra'nın, tepeden tırnağa kapalı eşiyle birlikte 1999 yılında İspanya üzerinden Almanya'ya giriş yaptığı ve 2002 yılına kadar da ülkede yaşadığı kanıt ve belgeleriyle açıklandı. Filmi çeken Türk asıllı televizyoncu Ahmet Şenyurt bundan birkaç hafta önce Holzgerlingen'de dolaşırken anlatmıştı: ''İşin ilginç yanı, Alman makamları Sakra'nın ülkeye giriş yapacağını biliyorlardı. Karaormanlar'daki Schramberg mülteci kampına geldiğinde bütün müracaat evrakları hazırdı!'' Biraz şaşkın bakmış olacağım ki anlatmıştı: ''Federal Suç Dairesi'nden elde ettiğim belgelere göre Louai Sakra, El Kaide'nin başelemanlarından El Zarkavi 'ye çok yakın ve onu emrinde çalışan biri...'' Şenyurt'un ortaya çıkardığı bir başka gerçek de, o yıllarda Federal İstihbarat Servisi'nin Sakra'nın Suriye Gizli Servisi adına da çalıştığına inandığı. Holzgerlingen'deki çekimlerin ardından Stuttgart'taki akşam yemeği sohbetinde Ahmet Şenyurt'tan, Suriyeli teröristin 2001 yılının Temmuz ayında aniden mülteci kampından kaçtığını ve beş ay sonra Holzgerlingen'de yeniden ortaya çıktığını öğreniyorum. 2002'ye girildiğinde Sakra'nın yerini keşfeden Federal Suç Dairesi tam onu ve eşini tutuklayacakken, yeniden sırra kadem basıyor. ''Elime geçen belgelere göre Federal İstihbarat Servisi Sakra'nın polisçe yakalanmasını engellemek için onu yurtdışına çıkarıyor ve Fransa üzerinden Suriye'ye yolluyor'' diye Ahmet Şenyurt anlatmıştı. Güçlü belgelere dayanılarak yapılmış olan filmin ARD'de bundan üç hafta önce yayımlanacağını haber alan Almanya Başbakanlığı yayından altı saat önce filme engel olmuştu. Çünkü bir makamın bir başka makama ''kazık atması'' nın ortaya çıkması fiyaskoya neden olabilirdi! Ancak ARD televizyonu 27 Ekim'de hiç kimseye haber vermeden, ülke basınını bile yayından sadece 3 saat önce bilgilendirerek Ahmet Şenyurt'un filmini gösterdi. ''Louai Sakra'yı izleyerek ve gerektiğinde de tutuklayarak El Kaide'nin Almanya'daki elemanları üzerine bilgi toplamak isteyen Federal Suç Dairesi bu önemli adamın İstihbarat Servisi'nin yardımı ile yurtdışına kaçırıldığını fark edince ayağa kalktı'' diye Şenyurt anlattı birkaç gün önce. Alman Polis Birliği Başkanı Wilfried Albishausen de yaptığı açıklamada: ''Sakra'yı tutuklayabilseydik Almanya'daki El Kaide örgütüne büyük bir darbe indirecektik'' dedi. ''Fakat Federal İstihbarat Servisi hem bunu engelledi hem de Sakra'nın 2003 yılında İstanbul'daki bombalı olayları düzenleyerek onlarca masum insanın ölümüne dolayısıyla neden oldu!'' Suriyeli terörist sadece Ebu Muhammed adı altında İstanbul'daki bombaların sorumlularından biri değil. Türk kamyon şoförü Murat Yüce 'yi Ağustos 2004'te kafasına kurşun sıkarak öldüren ve bunu internette yayımlayan da o! Belki Louai Sakra üzerine ortaya çıkan bu yeni gerçekler İstanbul'daki duruşma savcısını da ilgilendirir...
 
www.ahmet-arpad.de

30 Ekim 2005

Kafka'nın kentinde

Cumhuriyet Dergi 30.10.2005

Prag'da turistik düğünleri, zengin mağazaları, tarihi binaları da görebilirsiniz elbet. Prag Baharı'nın izlerini sürebilir, Kafka'nın Milena'ya aşkının takibini yapabilir ya da var olmanın dayanılmaz hafifliğini tadabilirsiniz.
 
Ahmet Arpad
 
Prag'da saat on ikiye geliyor. Eski belediye binasının tarihi kulesinin dibine toplanmış insanlar. Az sonra küçük kapılar açılacak, figürler dışarı çıkacak, çanlar çalacak. Fotoğraf makineleri ayarlanmış, bekleşiyor Amerikalılar, Japonlar ve ötekiler... Birden Arnavut kaldırımı yolda nal sesleri. Kara bir fayton görünüyor. Üstü açık. Atlar kara, melon şapkalı faytoncu da. Sadece yolcuları beyazlar içinde. Gelinle damat, ellerinde çiçekler iki de küçük kız. Kulenin tam dibinde duruyor atlar. Aynı anda çanlar başlıyor çalmaya. İnsanlar heyecanlanıyor. Bir kıpırdama. Kulenin açılan küçük kapılarından ölümle azizler çıkıyor peş peşe. Yüzlerce fotoğraf makinesi aynı anda birkaç bin fotoğraf çekiyor. Sonra çanlar susuyor. İnsanlar ağır ağır dalıyor kentin sokaklarına.
 
Büyük alana doğru yürüyoruz. Sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller gezdirecek müşteri bekliyor. Kocaman binalar, boy boy yüksek sivri kuleler. İnsan nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Birkaç adım sonra Paris Caddesi'ndeyiz. Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Prag, kocaman, tarihi, süslü, yüz yıllık yapılarıyla insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Hepsi son yıllarda elden geçmiş, bakımlı. Altlarında mağazalar, Paris'i aratmayan. Çoğunun sahibinin Amerikalı Yahudi olduğunu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından 30 bin Yahudi Prag'a dönmüş, Hitler'den kaçanların torunları.
 
KAFKA'NIN DÜNYASI...
 
Az sonra sokaklar daralıyor. Franz Kafka'nın dünyasına giriyoruz. Güney Bohemya'dan gelip Prag'a yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz yaşamını Yahudilerin gettosu Josefov'da geçiriyor. Praglı yazarlar Jarovlas Hasek ve Egon Erwin Kisch dostları. Fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamıyor. Prag'ın başka semtlerinde yaşıyor. Bu arada birkaç yılını Prag kalesinin gölgesinde uzanan Simyacılar Sokağı 22 numarada geçiriyor. Sonra yine taşınıyor, bir başka yere, nehre yakın havasız ve rutubetli iki odalı bir yere. Zamanla hastalığı ilerliyor. Prag'ı uzun süre için terk ediyor. 1924 yılında Viyana yakınlarındaki Kierling'de öldüğünde 41 yaşında. Prag'ın Zelivskeho mahallesindeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor. Moldau kıyısında müzesi var... Eski gettonun sokakları dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Kara. Dibinde, çiçekleri çoktan solmuş bir çelenk. Az ötede eski-yeni sinagog, iki saatli belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Şu sıra on iki bin taş sayılıyor dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında.
 
Gettodan çıkıp, nehre doğru hızlı adımlarla yürüyoruz. Az sonra Karl Köprüsü'nün girişindeyiz. Kalabalık mı kalabalık burası. Turistten geçilmiyor. Satıcılar, ressamlar, müzisyenler, caz müziği ile dans eden turistler... Akşam oluyor Prag'da. Karşı tepede yükselen St. Veit Katedrali'nin sivri kuleleri arasında kıpkırmızı.
 
Prag'da o akşamı ünlü birahanelerden birinde geçirmek istiyoruz. Wenzel alanına yakın U Fleku'ya gidiyoruz. İç avlular, arka bahçe, kemerli salonlar, uzun koridorlar insan dolu. Çoğu kocaman tahta masalara oturmuş, yer bulamayanlar ayakta. Herkes neşeli, kafayı çoktan bulmuşlar. Bira su gibi akıyor. Dünyada en çok birayı Çekler içiyor.
 
Yanımızda duran yaşlıca, uzun boylu adamın da elinde bira kadehi var. Bize bakıp gülümsüyor. Az sonra sohbete dalıyoruz. Lâf lâfı açıyor. Praglı, fakat yurtdışında yaşıyor. "1968'de terk etmek zorunda kaldım Prag'ı," diye anlatıyor "Artık yaşlandım, son on yıldır sık sık geliyorum doğup büyüdüğüm bu güzel kente". Niçin Prag'ı terk ettiğini soruyoruz. Acı acı gülümsüyor. "Dört Varşova Paktı üyesi ülkenin ordularını peşine takan Ruslar o yıl 21 Ağustos'da Prag'a girmiş, tanklarını Wenzel Alanı'nda üzerimize sürmüştü. Artık nefes alamayacaklarını kavrayan iki yüz bine yakın insan kısa sürede bir yolunu bulup ülke dışına kaçmıştı. Yazarlar, akademisyenler, düşünürler, sporcular..." Sohbetimize boşalan masalardan birinde devam ediyoruz. Bugün Prag'da komünizm artık müzelik olmuş! Na Prikope Caddesi, 10 numarada, McDonalds'a birkaç adım ötede müzesi var...

CAFE LOUVRE'DA GEÇMİŞ
 
Prag'a gelip de kahvelerine, daha doğrusu kıraathanelerine uğramamak olmaz. Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan bu mekânların düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissediyorsunuz.
 
Kent merkezinden geniş Narodni Caddesi'nde yürüyüp Moldau kıyısına doğru uzanırken mutlaka Café Louvre'a bir uğramalı. 1902'de kapılarını açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglıların, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali-vakti yerinde hanımların da uğradığı Café Louvre günümüzde geçmişi anımsatıyor. Brod-Kafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı Louvre 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş. Narodni Caddesi'nde yolunuza devam edip, nehir kıyısına vardığınızda Lejyonlar Köprüsü'nün girişinde Café Slavia'nın geniş salonları sizi davet ediyor. Nazik garsonların getirdiği içkinizi yudumlarken kocaman pencerelerden ağır ağır akan Moldau'yu, üzerinde dolaşan gezinti gemilerini, Karl Köprüsü'nü, karşı kıyının yemyeşil yamaçlarını ve kente hâkim kaleyi, dev St. Veit Katedrali'ni seyrediyorsunuz. Her yönden gelen kırmızı tramvaylar yine her yöne uzaklaşıyor...

'Türkiye'de muhatap bulamadık'

Cumhuriyet 30.10.2005

Kanser vakalarının artacağını dünyaya ilk duyuran Dr. Ali Savaşer, bu olayda dönemin politikacılarının ve bilim insanlarının sorumlu olduğunu söyledi. Kuş gribinin yeni bir şey olmadığını belirten Savaşer, 'Bilime güvenilmediği için panik var' dedi.
 
- Almanya'da yaşayan bir Türk olarak kimliğinizi sorsalar ne diyeceksiniz?
SAVAŞER - Almanya'nın oluşturmaya çalıştığı bir Avrupa Müslümanlığı kavramı var. Ben o soruya, ''Müslümanım'' diye cevap versem bana nereden geldiğimi soracak. Dolayısıyla benim vermem gereken doğru cevap, ''Ben Türkiye'den geldim ve Türk'üm'' olacaktır. Müslüman kimliğimi kullansam, karşımdakine inandırıcı olmam. Akılcılık orada başlıyor.
Almanya tek kültürlü bir ülke olduğu için öbür kültürleri benimsemiyor. O nedenle de bir Avrupa Müslümanlığı yaratmaya çalışıyor. Ama biz de bu 42 yılda kendimizi doğru tanıtamamışız.
 
- Bütün bu lobi kurma faaliyetleriniz ve çabalarınız sonunda tıkandı kaldı. Nasıl oldu bu?
- Biz önce lobinin çalışma biçimini tespit etme kararı aldık. Bu çalışma biçiminin ileride AB'yle yapılacak çalışmalarda bize örnek olması amaçlanıyordu. Türk lobisi üç temele dayanıyordu. Bilim, kültür ve sosyal çatılaşma. Bütün bunları anlatacak örgütlü bir çalışma olacaktı. Biz insanlarımızı toparlayacak ana hatları da tespit ettik. Almanya için lobinin ana hatları şuydu: Göçmen olduğuna inanmak, göçmen politikası yaparak haklarını aramak ve örgütlenmek, kendi kartvizitimiz olan Türk kimliği ve kültürünü orada tanıtmak. Bir Türk merkezi, bir Türk üniversitesi oluşturma fikri ağır basıyordu. Böylece Almanya, Avrupa ve Türkiye arasında bir köprü kurabileceğimizi hedefliyorduk.
 
- Bir arpa boyu yol alabildiniz mi?
- Alamadık. O arada beş dalda bir Avrupa-Türk üniversitesi kurmaya çalıştık. Bu beş dal şunlardan oluşacaktı: Avrupa ağırlıklı hukuk, uluslararası ilişkiler, Türk dili ve edebiyatı, teoloji (ilahiyat). Ama bu işi başarabilmek için Türkiye'de köprü başını bulamadık. Köprünün hiç olmazsa iki ayağının olması lazım. Birinci ayağını zorluklara, engellemelere rağmen oluşturuyorsunuz. Ama ikinci ayağını bulamadık.
 
DEVLET ÜÇE BÖLÜNMÜŞ
 
- Köprünün ikinci ayağını neden bulamadınız?
- Bunun nedeni çok açık. Örneğin Berlin'de 274 dernek var. Almanya genelinde çok sayıda derneğimiz var. Ama bunlar 40 yıldır hiçbir şey yapmamışlar. Çünkü politikalarını üretememişler. Daha doğrusu kimin için politika üreteceklerini bilememişler. Dolayısıyla da bir boşluk meydana gelmiş. Bir kısım Alman ve Türk partileri ve parti anlayışları dini anlayışlarla doldu. O zaman da ortaya ciddi bir bölünmüşlük çıktı. Bugün bu bölük pörçüklükten çıkmak çok zor. Yine de çıkabiliriz. Söylediğim gibi bilim, kültür, sosyal çatılaşmayla bu bölünmüşlükten kurtulabiliriz.
Ama bunların başarılabilmesi için bir köprünün oluşması gerekiyor. Ben bütün çalışmalar sırasında bizim insanımızın genelde devletinden bir şeyler beklediğini gördüm. Yani ülkesinden ve devletinden kopmamış. Ama öte yandan devlet de üçe bölünmüş. Bir tarafta ABD'nin yeşil kuşak projesine prim veren bir bölüm, 1990'dan sonra buna karşı olan ve ulusalcı diyebileceğimiz devlet bölümü. Bunlar da ikiye ayrılıyor: AB'yi benimseyenlerle benimsemeyenler. Bu tabloda kimle, neyi, nasıl konuşacaksınız ki?
 
- Yani bir anlamda sizin Almanya'daki çalışmalarınıza Türkiye'den hiç sahip çıkılmadı mı?
- Çıkılmadı. Zaten muhatap da bulamadık. Onun üzerine, ''Buradaki bir üniversitede bir Türk lobisi enstitüsü oluşsun ki onunla muhatap olalım'' dedik. Biz Türk lobisi diyoruz, Başbakan geliyor, ''Türkiyelilik'' diyor. Hangisi doğru ki? Böyle olunca orada yapılan bu konudaki çalışmalar da yok olup gidiyor. Zaten Almanya da Türkiyeliliği benimsiyor.
 
- Coğrafyaya baktığınız zaman da Türkiye'nin çok önemli jeopolitik bir konumu olduğunu bizimkiler görmüyor mu?
- Çok önemli bir konumda. Bakın, AB, Yugoslavya'yı yıktı ve enerjiye giden yolda kendi kapısının önünü süpürdü. Ben lobi çalışmaları sırasında, ''2000'li yıllar enerji savaşlarına sebep olacak. Türkiye bu enerji savaşlarında çok önemli bir yerde'' diyordum. Bu çıktı. Biz artık eşitlik ilkesiyle çıkarlarımızı tespit etmeliyiz. Bugün ülkeler arasında dostluk gibi kavramlar yok. Eşit çıkarlar var. Bu çalışmalar da örgütsüz olmuyor.

16 Ekim 2005

İmana gelmişlerin cemaati...

Cumhuriyet 16.10.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Güzel bir mezarlık. Bakımlı. Her yerde çiçekler. Pek çeşitli değil, aynı cinsten. Beyaz ve kırmızı begonyalar süslüyor mezarları. Mezar taşları da tekdüze. Alçak, gri ya da kara taştan. Hepsi de eğik, arkaya doğru. Üzerlerindeki yazılar göky üzüne bakıyor. Arkada bir köşede, duvara yakın, Johannes Hesse ile kızı Marulla' nın, az ötede büyük kızı Adele ile eşinin mezarları. Hermann Hesse' nin babası ile kız kardeşleri... Yanımdaki tanışla büyük demir kapıdan çıkıyoruz. Stuttgart'ın banliyösü Korntal ilginç bir yer. Günlerden pazar, saat on bire geliyor. Sokaklar bomboş. Bay Wilhelm uzun yıllar Korntal lisesinin müdürlüğünü yapmış. İlginç şeyler anlatıyor. ''Burada yaşayanların çoğu Din Kardeşleri Cemaati üyesidir'' diye konuşuyor. ''Bu cemaati 1819 yılında Protestan kilisesinden ayrılan Gottlieb Hoffmann kurmuş. Kendisine inanan 70 aileyle Korntal'da 300 hektar araziyi ortak satın alıp yerleşmiş.'' Giderek güçlenen bu cemaatin insanları İsa' nın ve onun dininin buyruklarına uygun yaşayan Piyetistler. ''Kimi dinbilimcilerine göre Katolikler için Roma neyse, Piyetistler için de Korntal odur'' diye tanış devam ediyor. Az sonra büyük bir alana çıkıyoruz. İki yapı hemen dikkati çekiyor. Eski ve heybetli. Bay Wilhelm'in söylediğine göre sağdaki dua salonları, soldakini de toplantılar için kullanıyorlar. İçinde büyük bir lokanta ile otel odaları var. ''Biraz sonra duadan çıkarlar'' diyor. ''Gel seninle lokantayla oteli gezelim.'' İçeri giriyoruz. Her yer bir tuhaf. Mobilyalar, duvarlardaki resimler, perdeler, dolaşan insanların giyimleri. Sanki zaman burada 40 yıl önce durmuş. Her şey konserve olmuş. Resepsiyondaki kızın gösterdiği gecesi 150 Avro'ya otel odalarında da aynı görünüm. Tanış içimin sıkıldığını fark ediyor. ''Haydi gel gidelim,'' diyor. Dışarıda rahat bir nefes alıyorum. Az sonra büyük dua salonunun kapıları açılıyor. İnsanlar akın akın çıkıyor alana. Suskun ve dudaklarında mutlu bir gülümseme var hepsinin. Uzaktan görünümleri tekdüze. Çoğu orta yaşın üstünde. Giyimleri pastel renklerde, pahalı değil, kadınlar ya etek-ceket ya da etek-bluz giymiş. Pantolonlusu göze çarpmıyor. Nedenini soruyorum bay Wilhelm'e. ''Piyetistler böyle giyinir'' diye konuşuyor. ''Okula gönderdikleri kızları da etek ve uzun çoraplar giyer.'' Duadan çıkanlar, öğle yemeğinde bir araya gelmeden önce alanda gruplar oluşturup aralarında sohbete dalıyorlar. Ben bu arada tanışa yönelttiğim soruları arttırıyorum. O da sabırla anlatıyor: ''Aralarına her önüne gelen Hıristiyanı almıyorlar. Zihniyet değişimi geçirmiş, kutsal ruhun değiştirdiği, yeniden doğuşu yaşamış, yepyeni bir insan olmuş kişiler bu cemaate üye kabul ediliyor...'' Günlük yaşamlarını İsa'nın buyruklarına göre düzenleyen Din Kardeşleri cemaatine göre sözde Hıristiyanlar imana gelmişlerden sayılmıyor! Sokakta pek göze batmayan, silik görünümlü insanlar cemaat üyeleri. Ancak meslekleri gereği toplumda etki alanları geniş. Çoğu işveren, avukat, doktor, mimar. Tümü varlıklı. Kadın sözünün pek geçmediği cemaatin sahip olduğu mal-mülke herkes ortak. Korntal ve çevresinde büyük araziler onların. Aileler çok çocuklu. Hindistan'da uzun yıllar misyonerlik yapmış olan baba Hesse'nin yattığı mezarlık bu cemaatin. Ölüler beyaz tabutlarda gömülüyor. ''Kurucuları Hoffmann'ın oğlu Christoph' un 19. yüzyılın ortalarında Templer kolonisini kurduğu İsrail'le araları hep iyi'' diye anlatıyor tanış büyük alandan ayrılıp, otomobili park ettiğimiz arka sokağa doğru yürürken. ''Başka ülkelerde de şubeleri var. Kuzey İtalya'da, Kanada'da, Afganistan'da, Kamerun'da, Güney Almanya'da...'' Sayısız misyonerlik kuruluşu ile ortak çalışıyorlar. Bunlardan biri de geçen yıl İstanbul'a din kitapları sergileyen gemiyi yollayan, Türkiye'de misyonerlik çalışmaları yaptığı bilinen Operation Mobilisation!
 
www.ahmet-arpad.de

9 Ekim 2005

Kıraathanelerin düşünceye katkısı...

Cumhuriyet 09.10.2005
AHMET ARPAD
PRAG

Kıraathaneler yüzyıla yakın bir süre İstanbul aydınları için kaçınılmaz buluşma yeriydi. Edebiyatçılar, düşünürler, gazeteciler, yayıncılar ve onlara yakın olmak isteyen gençler, günün belli saatlerini Beyoğlu'nun, Tepebaşı'nın, Babıâli'nin ve Divanyolu'nun kıraathanelerinde geçirirlerdi.Tepebaşı'na damgasını vuranKanuniesasiKıraathanesi ile özellikle 1930'lu, 1940'lı yıllarda İstanbul'un tüm yazar ve kitapçılarının her gün bir araya geldiği, Ankara Caddesi'ndeki Meserret Kıraathanesi 20-25 yıl öncesine kadar ayakta kalmayı başarmışlardı. Buralarda buluşan aydın kişiler, gazeteciler, yayıncılar,gazeteleri ve edebiyat dergilerini okur, birbirleriyle sohbet eder, tartışır, düşünce değiş tokuşu yaparlardı. Peyami Safa, Reşat Nuri, Salâh Birsel, Sait Faik, Orhan Kemal, Fikret Otyam, Yaşar Kemal, Meserret'in sürekli müşterilerindendi. Çağdaş bilginin üretildiği, düşüncenin geliştiği, düşünürün yetiştiği kıraathanelerin sosyokültürel işlevi kaçınılmazdı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Ellili yıllardan başlayarak, insanların iskambil oynayıp dedikodu yaptığı, vakit öldürdüğü, bağıra çağıra futbol maçı seyrettiği mahalle kahvelerinin sayısı artarken kıraathane kültürü giderek yok edildi! Kahvenin ne olduğunu bizden öğrenen Avrupa'da ise kıraathaneler giderek geliştirildi, korundu, acı dolu savaş yıllarından sonra tekrar canlandırıldı. Üç Orta Avrupa kenti Budapeşte, Viyana ve Prag'a uğrayanlar, eski monarşinin bu merkezlerinde kıraathanelerin eskisi gibi hâlâ yaşadığını görecektir. Keyfine düşkün insanlar, yazarlar, sanatçılar, işadamları yine sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, piyano müziği eşliğinde akşamüstü çaylarını burada alıyor. Yüksek tavanlı geniş salonların rahat koltuklarına kurulup, iş görüşmeleri yapıyorlar, kitap okuyorlar, mektup yazıyorlar. Yan salonlarda bilardo oynanıyor. Budapeşte'de Gerbaud, Cafe Centrel, Viyana'da Cafe Mozart, Dehmel, Schwarzenberg, Central ne ise, Prag'da da Arco, Louvre, Slavia odur. Viyana'da Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Franz Werfel günlerinin önemli bölümünü kahvelerde geçirirdi. Stefan Zweig için gençliğinde saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği kent kahvehaneleri, bir ''okul'' olmuştu. Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan Prag kahvehanelerinde yaptığınız bir gezintide bu Moldau kentinde de bir Cafe Arco'nun, bir Cafe Louvre'un düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissediyorsunuz. Hele Arco'nun melankolik loşluğunda hâlâ 1910'lu, 1920'li yılları yaşıyorsunuz. Gözleriniz Franz Kafka' yı, Max Brod' u, Egon Kisch' i, Franz Werfel' i arıyor. Orta Avrupa'nın iki savaş arasındaki bu ünlü edebiyatçıları, sanki o anda kapıdan içeri girecekler... Kent merkezindeki geniş Narodni Caddesi'nde yürüyüp, Moldau kıyısındaki Devlet Tiyatrosu'na doğru uzanırken Cafe Louvre'a uğramamak olmaz. Tarihi bir yapının birinci katındaki kahvehaneye çıkan geniş merdivenin yüksek duvarları renkli mermer kaplı. Önce bir bilardo salonu, yanında bir lokanta, ön tarafta da dar ve uzun kahvehane. Tavan yüksek, pencereler de. Yer şarap kırmızısı. Sağ tarafta uzun büfe, solda, pencere kenarında beyaz örtülü masalar. Her şey eskisi gibi. 1902'de kapılarını açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglıların, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali-vakti yerinde hanımların da uğradığı Cafe Louvre, günümüzde geçmişi anımsatıyor. Brod-Kafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı kahve, 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş. Narodni Caddesi'nde yolunuza devam edip, nehir kıyısına vardığınızda sağ köşede Cafe Slavia'nın geniş salonları sizi davet ediyor. Nazik ve dikkatli garsonların getirdiği içkinizi yudumlarken kocaman pencerelerden ağır ağır akan Moldau'yu, üzerinde dolaşan gezinti gemilerini, Karl Köprüsü'nü, karşı kıyının yemyeşil yamaçlarını ve kente hâkim kaleyi, dev St. Veit Katedrali'ni seyrediyorsunuz. Karşınızdaki tarihi tiyatronun küf yeşili çatısı renk değiştiriyor. Her yönden gelen kırmızı tramvaylar yine her yöne uzaklaşıyor, otomobiller Lejyonlar Köprüsü'nü dolduruyor. Batmaya hazırlanan güneş, Prag'ı altın rengine büründürüyor.
 
www.ahmet-arpad.de

25 Eylül 2005

Çanlar kimin için çalıyor?

Cumhuriyet 25.09.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Almanya'da tam 2200 cami ve mescit var. Yetmişli yılların başında sayıları otuzu geçmezdi. Bu 2200 caminin sadece üçte biri, Anayasayı Koruma Örgütü'nün verilerine göre ülkedeki Türk Müslümanlarının yüzde 80'ini temsil ettiği söylenen Diyane t'in! Bunun çeşitli nedenleri var. Azınlığın temsilcisi Milli Görüşçüler, Süleymancılar, Nurcular resmi makamlardan, kiliselerinde desteği ile rahatça yapı izni alırken ''Ankara'nın etkisindeki bir dinin temsilcileri'' dedikleri Diyanet camilerine hep zorluk çıkarılıyor. En son örneğini birkaç yıldır Stuttgart-Esslingen'de yaşıyoruz. Bu küçük kentte Milli Görüş ile çok iyi anlaşan belediye, Diyanet camisinin büyütülmesine çeşitli nedenler bularak sürekli engel oluyor. Bu sorunlar Pforzheim ve Mannheim Diyanet camilerinin yapımında da yaşanmıştı. Almanya genelinde tüm camilerimizin başka bir sorunu da minareler. Kimi yerde minareye hiç izin vermiyorlar, kimi yerde de ancak kısacık bir minareyi kabulleniyorlar. Günde beş vakit ezan okunmasına ise hiç izin verilmiyor. Şu sıralar Stuttgart'ta geleneksel şarap bayramı var! Uzun yıllardır tanıştığım doğubilimci bir Türk dostla Schiller Alanı'nda oturmuş, üç kemancının çaldığı Viyana müziğini dinliyor, yörenin güzel şaraplarını yudumluyorduk. Sohbetimiz dereden tepedendi. Birden çanlar çalmaya başladı. Stift kilisenin tepemizdeki dev çanları çok gürültülüydü. Bir süre susmak zorunda kaldık. Söylediklerini anlamıyordum. Az sonra, çanlar sustuğunda, konumuz değişiverdi. ''Bizimkilere ezan okutmuyorlar, kendileri gece gündüz, saat başı, kimi yerde her yarım saatte bir bu çanları çalıyorlar!'' diye biraz öfkeli konuştu dostum. ''Ülke onların, istediklerini yaparlar'' diye karşı çıkmak istedim. ''Çan ne İsa'nın emridir ne de İncil'de yeri vardır'' diye atıldı dost. Söylediğine göre çan çalma geleneği İsa'dan 1200 yıl sonra başlamış. Tarlasında çalışan köylüye dua saatini anımsatmak için. ''Sonra Katolik ve Ortodokslar sayesinde dallanıp budaklanmış'' diye heyecanla devam etti; ''Azizlerin doğum, şahadet yıldönümlerini, mucizelerini anmak; insanları düşmana, genellikle Türklere karşı duaya çağırmak için de çalmaya başlamışlar.'' Ancak günümüzde her saat başı, kimi yerde gece yarısı bile çalınmasını pek anlamıyordum. ''Evinin 20-30 metre ötesinde bir kilise olan yandı demektir'' diye konuşmasını sürdürdü dostum. ''Adamcağız çan sesini bütün gün çekmek zorundadır. Ne kadar dava açarsa açsın, çan sesinin dayanılmaz olduğunu bilirkişi raporları ile kanıtlasın, hiçbir mahkeme ona hak vermez Almanya'da!'' Çünkü çan sesi bir liturya kabul ediliyormuş. Dayanamadım: ''Peki, bize niçin günde beş kez ezan okutmuyorlar?'' diye gülümseyerek sordum. O da gülümsedi. ''Korkuyor olacaklar! Nobel ödüllü Naipaul , İran'dan Malezya'ya İslam ülkelerini gezdikten sonra ne demiş biliyor musun? 'İslamın girdiği yerde Araplaşma başlar!'..." " Ben yine de ısrarla sormaya devam ettim. ''Fakat ezan kilise çanından daha dinsel değil mi?'' Açıkladı: ''Rivayete göre ezan istişareler sonucu belirlenmiş ve peygamberin onayını almış. Ezanın metni Kuran ayeti filan değildir, peygamberin sözü de değildir. Fakat dinsel olarak kilise çanından daha önemlidir. Arapça olmasına karşın ezan bir manifestodur...'' Benim kafamı yıllardır kurcalayan başka bir şey daha vardı. Fakat Schiller Alanı'nda şaraplarımızı yudumlar, sıcak eylül güneşi iliklerimizi ısıtırken bunu doğubilimci dosta sorup kafasını daha çok karıştırmak istemedim. Onların Türkiye'de liseleri, kültür enstitüleri, lisan kursları, kütüphaneleri varken acaba 2.7 milyon insanımızın yaşadığı Almanya'da bizler 2200 cami ve mescidin yanı sıra niçin tek bir Türk kültür enstitüsü, lisesi ya da üniversitesi açmamışız?
 
www.ahmet-arpad.de

4 Eylül 2005

Genç Adolf'un Viyana yılları

Cumhuriyet 04.09.2005
AHMET ARPAD
VİYANA

Viyana'ya trenle gelip de Batı İstasyonu'nda adımınızı kente attınız mı kendinizi günümüzde değil onlarca yıl geride hissedersiniz. Gerek istasyon ve çevresi gerekse kentin merkezine doğru uzanan Mariahilfer Caddesi ve ona açılan sokaklar düşl ediğiniz, filmlerden tanıdığınız romantik Viyana değildir. Sokaklarında geçmişi yaşadığınız mahalleler Stefan Katedrali ve opera çevresine kıyasla 30- 40 yıl geri kalmış bir Doğu Avrupa kentidir sanki. Genç Adolf, Viyana'nın bu semtine adım attığında 16 yaşındaydı. Doğup büyüdüğü küçük kentin sıkıcı havasından kurtulmak, başka şeyler görmek, yaşamak istiyordu. Dul annesinin verdiği cep harçlığı ile Viyana'da haftalar geçirdi. İnsanların çokluğu, geniş bulvarlar, binlerce otomobil, kamyon ve fayton onu şaşkına çevirdi. Viyana'nın tarihi yapılarına, kiliselerine, müzelerine, kahvelerine hayran kaldı. Başkentin cadde ve sokakları ışıl ışıldı. Evleri de elektrikle aydınlatılıyordu. Kavgacı babası öldüğünde 13 yaşındaydı. Ertesi yıl notları kötü olduğu için Linz ortaokulunu terk etmek zorunda kalmıştı. Annesine çok bağlıydı, babasını ise hiç sevmemişti. Okuldan ayrıldıktan sonra bir işe girmez, çıraklık eğitimine de başlamaz. Sanatkâr olmaktı niyeti. Sonunda annesini kandırır ve Viyana'ya kapağı atar. Kısa süre sonra arkadaşı Kubizek' e yolladığı kartpostalda şöyle yazar: ''Geçen gün saatlerce gezindim, opera binasını, parlamentoyu ve Ring Caddesi'nin yapılarını seyrettim. Yarın Tristan, ertesi gün de Uçan Hollandalı operalarını izleyeceğim. Bu akşam da Şehir Tiyatrosu'na biletim var...'' Bir ay sonra Linz'e döner, fakat aklı hep Viyana'dadır. Başkent onu mıknatıs gibi çekmektedir. Annesini kandırır ve ressamlık eğitimi için Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girmek üzere tekrar Viyana'nın yolunu tutar. Önce kendine kalacak bir yer bulmak zorundadır. İstasyon yakınında, Mariahilf Caddesi'ne açılan Stumpfergasse 31 numarada, karanlık arka avluya bakan bir oda bulur. Ev sahibi, hiç evlenmemiş terzi Maria Zakreys' tir. Bohemyalı kadının ayda 10 krona kiraya verdiği başka odalar da vardır kaldığı katta. Tuvaleti ve duşu diğer kiracılarla ortak kullanır. Odasının penceresinden gökyüzü görünmez. Akademiye giriş sınavlarını başaramayan delikanlı, operadaki Wagner oyunlarını kaçırmaz. Kısa süre sonra Stumpfergasse'deki odasından ev sahibine borç takarak ayrılır ve birkaç sokak ötede, Felber Caddesi 22 numaradaki, günümüzde de hâlâ oda kiralayan bir pansiyona yerleşir. Annesinin yolladığı harçlık ve çizdiği kartpostalları satarak geçinmeye çalışır. Sınavları da bir türlü başaramamaktadır. Birkaç ay sonra kaldığı pansiyondan da ayrılır. O günden sonra genç Adolf orada burada konaklar. Kimi zaman bir oda kiralar, kimi zaman pansiyonlara gider, kimsesizler ya da erkekler yurdunda da yatıp kalkar. En son kaldığı yurdu 8 saat uykudan sonra terk etmek zorundadır. Çünkü yatağını başkalarıyla paylaşmaktadır. Bu yaşam da tam 3 yıl sürer. Toplumun dışlamış olduğu insanlar arasında geçirdiği yaşam, genç Adolf'un politik dünya görüşünü giderek etkiler, onu radikalleştirir. Başarısızlığının ve sorunlarının nedenini kendinde değil başkalarında aramaya başlar. Suçladığı bu insanlar Adolf'un gözünde düşmanlarıdır. O yılların Viyana'sında Yahudi düşmanlığı başını almış gitmektedir. Adolf, çevresinin de etkisiyle çok kitap okumaya başlar. Çoğu antisemit içerikli, Yahudi sermayesinin gücünü anlatan kitaplardır. Günü gününe yaşayan, para sıkıntısı çeken, dostları toplumun ittiği insanlar olan bu genç için ''tehlikeli'' şeylerdir okuduğu kitaplar. ''O yıllarda okuduklarım bugünkü bilgimin temelini oluşturmakta'' diye yazar ileride Kavgam'da. İdeolojisinin temellerini Viyana yaşamında atar. Aşırı nasyonalist gazete ve dergilerde yazanları yutar. Bu arada Birinci Dünya Savaşı'yla ülkede monarşi sona ermiş, onlarca yıldır bir arada yaşayan etnik toplumlar bölünmüş, milliyetçilik ruhu kendini göstermeye başlamıştır. Artık Çekler, Polonyalılar, Macarlar ve Sırplar birbirlerini düşman görmektedir. İşte bu ortamda kavrulur genç Adolf! 14 Mayıs 1938'de Viyana'ya döndüğünde o bir ''Führer'' dir. Kahramanlar Alanı'nda coşkulu yüz binlere konuşur. Viyana'yı Türk işgalinden kurtarmış olan Prens Eugen' in heykeli tepesinde haykıran Hitler' i yüz binler suskun dinler. 3 ay önce, 15 Mayıs günü, insanlar yine coşkuluydu Kahramanlar Alanı'nda. 1955'te Avusturya'nın özgürlüğüne kavuşmasının 50. yılını kutladılar. Hitler'in konuştuğu balkondan koskoca bir kara örtü sallandırdılar. ''Nasyonal sosyalizm kurbanlarının anısına'' yazıyordu dev harflerle üzerinde.
 
www.ahmet-arpad.de

21 Ağustos 2005

Anılarda 'Osman Bey'...

Cumhuriyet 21.08.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Dört yıl kadar önceydi, bir İstanbul-Stuttgart uçuşunda beraberdik. Yine Truva'dan dönüyordu, heyecanlıydı her zamanki gibi. Uçakta yan yana oturmuş, sadece kazılardan değil, havadan sudan da sohbet etmiştik. Kendisi gibi cana yakın eşi de y anındaydı. Uçaktan indikten sonra benimle pasaport kuyruğuna girmiş, sabırla beklemişti sırasının gelmesini. Çarşaflı, sıkmabaşlı, sakallı yolcular ise ''AB ülkesi vatandaşları'' girişinden çabucak çekip gidiyorlardı. Alman pasaportlu Manfred Korfmann Türk pasaportlularla aynı kuyrukta beklemişti. Alçakgönüllüydü, duyguluydu, sabırlıydı. Onun bu özellikleri ve insanımıza olan yakınlığı, Truva kazılarında yanında çalıştırdığı köylülerin daha ilk günden ona ''Osman Bey'' demesinin nedeniydi. Stuttgart'ta Edzard Reuter ve Manfred Rommel ile Türk-Alman Forumu'nu kurarken bizlere en büyük desteği veren, ilerde de danışma kurulu üyesi olarak her türlü yardımda bulunan yine o idi. 1988'de büyük bir özveri ile başlattığı Truva kazıları projesinin başarıya ulaşmasında, dünya çapında yankılar uyandırmasında yine büyük bir dostu, gençliğini Hitler'den kaçarak ülkemizde geçirmiş olan Reuter'in katkılarını da burada belirtmek gerek. O yıllarda Edzard Reuter'in yönettiği endüstri devi Mercedes Benz'in sürekli sponsorluğu olmasaydı bugün Truva hâlâ toprağın altındaydı. On üç yıllık kazıların ardından Korfmann'ın 2001 yılında Almanya'da düzenlediği ve ilkini Stuttgart'ta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer' in açtığı üç büyük Truva sergisini tam 750 bin kişi gezmişti. Bu küçük, fakat çok önemli Küçük Asya kentinin sanıldığı gibi bir Yunan kolonisi değil, bir Hitit-Anadolu yerleşimi olduğunu kanıtlamıştı Korfmann. Yunanlıları kızdırdı. Truva'yı ömürlerinde tek kez görmüş, onun son yıllarda yeniden gezme önerisini ret etmiş kimi Alman ''uzman'' tarihçi ile başı derde girdi. Haklıydı, fakat yine de çok üzüldü. Çocuğunu elinden almak istemişti birileri. Sohbetlerimizi hep Türkçe yapardık, Truva'yı gezerken de, Stuttgart'ta ortak dostlarla beraber yemek yerken de. Geçen yıl Türk vatandaşı olmuştu sessiz sedasız. Berlin makamları Alman vatandaşlığını elinden almaya cesaret edememişti. 63 yaşında ayrıldı aramızdan. Daha çok verimli olacaktı. Uluslararası bir müzenin Truva'da açılması için çok uğraştı. Tüm eserlerin günün birinde yine kaçırıldığı topraklara geri dönüp, o müzede sergilenmesini düşlüyordu. Ülkemiz Manfred Osman Korfmann'a çok şey borçlu...
 
www.ahmet-arpad.de

11 Ağustos 2005

Ekran Bağımlısı İnsanımız

Cumhuriyet 11.08.2005
Ahmet ARPAD
 
Ekran. Sabah akşam ekran. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, hep o karşında. Onsuz artık hiçbir şey olmuyor. Yaşamına girmiş, ondan kurtuluş yok. Esirsin ona, bağımlısın, yaşayamıyorsun onsuz.
 
Sabah evden çıkıp, yola koyuluyorsun. İşine gideceksin. Biniyorsun vapura, deniz otobüsüne, metroya. Karşında ekran. Reklamlarla açıyorsun günü. Birileri sana bir şeyler anlatıyor sürekli. Satmak istiyor, tüketime zorluyor seni. Sabahın köründe daha uyukluyorsun, akşam işten sonra bitkinsin, umurlarında değil ekranda şaklabanlık yapanların. Yanında, karşında oturanlar, istemeseler de şöyle bir bakmadan edemiyorlar. Yan gözle ekranı süzüyorlar.
 
Daha metroya inerken, yürüyen merdivenlerde tepende kocaman bir ekran. Reklamlar. Aşağıda metroyu beklerken başlar yukarda. Tavandan da bir alet sallanıyor. Az sonra gelen metroya biniyorsun. Aman tanrım! Vagonlar ekran dolu. Peşini bırakmıyorlar senin. Metroyu işleten dinci kardeşlerin sağ olsun her vagona 5-6 ekran takmışlar, satın almayı, para harcamayı, tüketmeyi unutmayasın diye. Reklam izlememek elinde değil. Başını nereye çevirsen bir ekran. En iyisi kapat gözlerini, tıka kulaklarını...
 
Büroda bütün günün bilgisayar karşısında geçiyor. Sabahtan akşama sırtın ağrıyor, zamanla, sen farkında olmadan gözlerin bozuluyor. Eve dönüş yolunda yine sabahki işkence. Yanında oturan dostunla, iş arkadaşınla doğru dürüst iki laf edemiyorsun. Bir gazete ya da bir kitap okuyup günün yorgunluğunu atamıyorsun.
 
Bakkala, manava, kasaba bir uğruyorsun, tam bürodan çıkarken acele 'cep'ten arayan hanımın siparişleri için. Her yerde televizyon açık. Esnaf, bir gözü ekrandaki dizide, yarışmada, maçta, aldığın malı tartıyor, para üstü uzatıyor. Artık berberde bile karşındaki aynanın yanı başında ekran var.
 
Dört koltuğa, dört ekran, dört ayrı program. Saçını kesen, seninle sohbet eden berberin bir gözüyle, bir kulağı ekranda, ötekiler sende. Ekrana mı, yoksa aynaya mı bakacaksın, bir türlü karar veremiyorsun. Berber ikide bir kafanı düzeltiyor.
 
Yemek masasında hanımın dizisi. Herkes suspus. Az sonra sofrayı toplarken eşinle birkaç kelime konuşabiliyor, o gün ne olmuş bitmiş öğreniyorsun. Ve artık sıra sende. Geçiyorsun ekranın karşısına. Ya spor ya da siyaset var. ''Hocalar'' konuşuyorlar da konuşuyorlar, bol eee'li cümlelerle. Saatlerce kafa ütülüyorlar, can sıkıyorlar, bir türlü kalkıp gitmiyorlar. İşgal etmişler ekranı.
 
Gece yarısını az geçe yatağa yollanırken bitkinsin. Dayak yemiş gibisin. Sen bir ekran esirisin, farkında olmadan beyni yıkanan. Birileri seni ve herkesi bağımlı yapıyor, çıkarları uğruna alıştırıyor, uyuşturuyor. Sen ve ötekiler çoğunluğa hükmeden o azınlığın peşinde, dümen suyunda gidiyorsunuz.
 
Özgür düşünme yeteneğini çoktan yitirmiş, robotlaşmış, kişisel çıkarlarını toplumun çıkarlarına yeğleyen bireylersiniz...

7 Ağustos 2005

Kafka, mezarlıklar ve golem

Cumhuriyet 07.08.2005
AHMET ARPAD
PRAG

Saat 12'ye 5 var. Eski belediye binasının tarihi kulesinin dibine toplanmış insanlar. Başlar havada. Az sonra küçük kapılar açılacak, figürler dışarı çıkacak, çanlar çalacak. Fotoğraf makineleri ayarlanmış, bekleşiyor Amerikalılar, Japonlar ve ötekiler... Kulenin karşısındaki lokanta, bar ve kafelerin masaları da tıka basa dolu. Birden A rnavutkaldırımı yolda nal sesleri. Kara bir fayton görünüyor. Üstü açık. Atlar kara, melon şapkalı faytoncu da. Sadece yolcuları beyazlar içinde. Gelinle damat, ellerinde çiçekler, iki de küçük kız. Kalabalık yol açıyor. Kulenin tam dibinde duruyoratlar. Yakışıklı damat güzel gelinin inmesine yardımcı oluyor. Aynı anda çanlar başlıyor çalmaya. İnsanlar heyecanlanıyor. Bir kıpırdama. Kulenin açılan kapılarından ölüml ü azizler çıkıyor peş peşe. Yüzlerce fotoğraf makinesi aynı anda birkaç bin fotoğraf çekiyor. Damatla gelin de dijital kameralarda hafızaya alınıyor. Faytoncuelinde kocaman bir kafes , yanlarına yaklaşıyor. Yeni evliler kafesin kapısını açıyor. Üç beyaz güvercin havalanıyor. Yükseliyorlar bir arada. Sivri kulelerdenbirine tüneyip aşağıda olup biteni seyrediyorlar. Bu işi daha önce pek sık yapmışlar gibi. Belki az sonra evlerine dönecekler. Yarın başka bir çifti mutlu etmek için yine buraya getirilecekler! Çanlar susuyor. Binlerce insan ağır ağır dalıyor kentin sokaklarına. Büyük alana doğru yürüyoruz. Burası da kalabalık. Sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller gezdirecek müşteri bekliyor. Kocaman binalar, boy boy yüksek sivri kuleler. İnsan nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Birkaç adım sonra Paris C addesi ' ndeyiz. Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Prag insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Ne de olsa üçünün de geçmişi aynı monarşi. Kocaman, tarihi, süslü, yüzyıllık yapılar. Hepsi elden geçmiş, bakımlı. Altlarında mağazalar Paris'i aratmayan. Çoğunun sahibinin Amerikalı Yahudi olduğu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından 30bin Yahudi Prag'a dönmüş, Hitler' den kaçanların torunları. Az sonra sokaklar daralıyor. Franz Kafka' nın dünyasına giriyoruz. Güney Bohemya'dan gelip Prag'ın Yahudi mahallesine yerleşen Hermann Kafka' nın oğlu Franz tüm yaşamını bu Moldau kentinde geçirir. Hukuk öğreniminin ardından bir sigorta şirketinde çalışır. Babası bu arada Kinski Palas'ta kocaman bir kumaşçı dükkânı açmıştır. Yahudilerin gettosu Josefov'un sokakları Kafka'nın dünyasıdır. Praglı yazarlar Yaroslav Haşek ve Yahudi Egon Erwin Kisch dostlarıdır. Max Brod' la da Cafe Louvre'da sık sık buluşur, sohbet eder, tartışır. Fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamaz, zincirleri kırar, dışına da çıkar. Prag'ın başka semtlerinde, sokaklarında da yaşar. Bu arada birkaç yılını Prag Kalesi'nin gölgesinde uzanan ''Simyacılar Sokağı'' 22 numarada geçirir. Ortaçağdan kalma ''cüce'' evlerin damına dokunuyorsunuz elinizi uzattınız mı... Sonra yine taşınır, bir başka yere, nehre yakın havasız ve rutubetli iki odalı bir yere. Bu arada hastalığı ilerler. Kafka belki de yaşamında ilk kez terk eder Prag'ı uzun süre için. Viyana yakınlarındaki Kierling'e tedaviye yollanır. 1924 yılında, 41 yaşında orada ölür. Prag'ın Zelivskeho Mahallesi'ndeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor... Birkaç adım sonra eski gettonun tam ortasındayız. Sokaklar dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Kara. Dibinde, çiçekleri çoktan solmuş bir çelenk. Az ötede eski, yeni sinagoglar, iki saatli belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Şu sıra on iki bin taş sayılıyor. Tam bir karmaşa var dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında. Moldau Nehri'nin çamurundan bir golem yarattığı iddia edilen haham Löw de burada yatıyor. Yarattıktan sonra çıldırdığı için yine yok etmek zorunda kaldığı golemin parçalarının eski-yeni sinagogun temellerine karıştırılmış olduğu anlatılıyor. Karel Capek' in ''R.U.R.'', Gustav Meyrink' in ''Golem'' ve Harry Mulisch' in ''Süreç'' romanlarına konu olmuş Praglı haham Löw'ün bu yapay insanı. Tarihi mezarlığın İkinci Dünya Savaşı yıllarında yok edilmemiş olmasını Hitler ile Nazilerin Prag sorumlusu Heydrich'e borçluyuz! Savaşı kazandıktan sonra yok olmuş bir ırkı gelecek nesillere göstermek için kuracağı müzenin Prag'da olmasına karar vermiş Hitler. Führer'in bu amaçla toplattığı on binlerce Yahudi eşyasının bir bölümü şimdi Prag Yahudi Müzesi'nde sergileniyor. Gettodan çıkıp nehre doğru hızlı adımlarla yürüyoruz. Az sonra Karl köprüsünün girişindeyiz. Kalabalık mı kalabalık burası. Turistten geçilmiyor. Beyaz denizci üniformaları giymiş zenciler gelene geçene el ilanları dağıtıyor. Moldau Nehri'nde bu akşam yapılacak yemekli-müzikli geziye müşteri topluyorlar. Akşam oluyor Prag'da. Güneş batmaya hazırlanıyor. Karşı tepede yükselen Aziz Veit Katedrali'nin sivri kuleleri arasında kıpkırmızı. Köprüde satıcılar, ressamlar, müzisyenler, caz müziği ile dans eden turistler...
 
www.ahmet-arpad.de

31 Temmuz 2005

Komünizm artık müzede!

Cumhuriyet 31.07.2005
AHMET ARPAD
PRAG

Saat 12'ye yaklaşmış, gece yarısına az kalmış. İç avlular, arka bahçe, kemerli salonlar, uzun koridorlar insan dolu. Çoğu kocaman tahta masalara oturmuş, yer bulamayan ayakta. Ellerde bira bardakları. Sigara dumanı, uğultu. Konuşuyorlar, gül üyorlar. Herkes neşeli, kafayı çoktan bulmuşlar. Fakat bağırıp çağıran yok. Bira insana yorgunluk veriyor, onu suskunlaştırıyor, barışçıl yapıyor. Kremecova Sokak, 11 numaradaki birahane, Wenzel Alanı'na yakın. Prag'aher gelişimde uğrarım oraya. Bu akşam daha önce Na Bojisti Caddesi'ndeki U Kalicha'ya gitmiştim. Fakat insanlar kuyruk olmuştu,Aslan Asker Şvayk'ın birahanesinin kapısında... Yazar Jaroslav Haşek buranın devamlı müşterilerindendi. Dostu yazar Egon Ewin Kirsch' le U Kalicha'da çekerlerdi kafayı. Ünlü tiyatro oyununda köpek satıcısı Şvayk (bizde Genco Erkal oynamıştı), Avusturya ordusunda savaşmak üzere askere alındığında, yakın dostu Voditska' ya, ''Savaştan sonra saat altıda burada buluşmak üzere'' diye veda eder U Kalicha'da! 1968'de terk etmek zorunda kaldığım Prag'a son 10 yıldır sık sık geliyorum. Dört Varşova Paktı üyesi ülkenin ordularını peşine takan Ruslar o yıl 21 Ağustos'ta Prag'a girmiş, tanklarını az ötedeki Wenzel Alanı'nda üzerimize sürmüştü. Çekoslovakya'nın zamanla güç kazanacağından, insanlarının özgürleşeceğinden korkmuşlardı. Artık nefes alamayacaklarını kavrayan 200 bine yakın insan, kısa sürede bir yolunu bulup ülke dışına kaçmıştı. Yazarlar, akademisyenler, düşünürler, sporcular... Ruslar, bireyin özgürlüğüne biraz olsun izin vermiyordu. Benim gibi gönlünce yaşamasını sevenler için de ülke artık bir hapishane olmuştu. Ben daha 1948'de anlamıştım, komünizmin ne demek olduğunu. 18 yaşında bir gençtim o günlerde. Gelecekten umutlu, başarılı bir boksördüm. Altımda bir Amerikan askeri cip, kimseyi umursamadan gezip tozuyordum. Cipin üzerinde Amerikanca yazılar vardı. Amerikalılardan satın almış olan bir dostum bana devretmişti. Savaştan sonra Pilzen'e kadar ilerleyen Amerikan ordusu geri çekilirken ardında çok şey bırakmıştı. 1945'te Ruslarla Yalta'da anlaşmışlardı, savaşın ardından Avrupa'yı nasıl paylaşacaklarını... Çekoslovakya topraklarının tümü Moskova'nın hükmü altına girecekti. Antrenörümden ve kulüp başkanından birkaç kez fırçayı yiyince cipi bambaşka bir renge boyatmış, yazıları da sildirtmiştim. Başarılı bir boksör olmama karşın artık mimli biriydim. Fakat ben yine de delidolu yaşamımı 1960'lı yıllara dek sürdürmüştüm. Ne de olsa ülkede insanlar beni tanıyordu, yöneticiler kılıma dokunamıyordu. 1968 sonunda yerleştiğim Kanada'da açtığım boksör okulu beni zengin etmişti. Şimdi yaşlılık yıllarımı elimden geldiğince Prag'da geçiriyorum. Bira su gibi gidiyor. Yarım litrelik kadehi boşalanın önüne garson sormadan bir dolusunu hemen sürüyor. Yaslandığım tezgâhtaki musluklar aralıksız akıyor. Dikkat ediyorum, 7 saniyede bir kadeh doluyor. Her akşam binlerce litre sert bira susuzluk gideriyor. Dünyada en çok bira benim ülkemde içiliyor. İnsanlar eskisine göre şimdi daha mı mutlu? Evet, düşünce özgürlüğüne kavuştular. Fakat kapitalizm ve yeni AB üyeliği günlük yaşama rekabeti, işsizliği, geçim derdini de beraberinde getirdi. Eskiden insanlar düşündüğünü söyleyemiyordu, fakat aç da kalmıyordu. Komünizmden ''paldır küldür'' kapitalizme geçmek benim insanıma göre değil. Henüz altından kalkamıyorlar bu yeni yükün, elde ettikleri yaşam özgürlüğü ile ne yapacaklarını pek bilemiyorlar! Prag sokaklarında gülen insana eskiden de rastlanmazdı. Sovyetler 1953'te Berlin ayaklanmasını bastırırken, 1956'da Macaristan'da insanları kurşunlarken, 1963'te iki Almanya arasına duvar çekerken ve 1968'de Prag'da üzerimize tankları sürerken günün birinde komünizmin çökebileceğini mutlaka akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bugün Prag'da komünizm artık müzeye kalkmış! Na Prikope Caddesi, 10 numarada, McDonalds'a birkaç adım ötede müzesi var...
 
www.ahmet-arpad.de

10 Temmuz 2005

Salzburg ve Stefan Zweig

Cumhuriyet 10.07.2005
AHMET ARPAD
SALZBURG

19. yüzyılın ünlü gezgini Alexander von Humboldt' a göre, Napoli ve İstanbul'un yanı sıra Salzburg dünyanın en güzel üç kentinden biridir. Ortaçağla günümüz bağdaşır Salzach ırmağı kıyısındaki bu kentte. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen kubbelere gün batışının kızıllığı vuruyor. Akşamın loşluğunda renk değiştiriyor küf yeşili kubbeler, kıpkırmızı kiremitli sivri damlar. Irmağın kıyısındaki dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş kanepelerde oturanlar karşılarındaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalıyorlar. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları önce karanlığa bürünüyor, sonra ışıl ışıl aydınlanıyor fenerlerle. Düşle gerçek karışımı bir kent Salzburg, görüntüsü günün her saatinde sizi büyüleyen. Salzburg dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değil. Bu kent Mozart' ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüz binler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali her yıl temmuz-ağustos aylarında düzenleniyor. Büyük katedralin önünde sahnelenen ''Jedermann'' oyunu ile açılıyor hep. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız... Gelecek yıl Salzburg, Mozart'ın 250. doğum gününü kutlayacak. Etkinlikler kapsamında Fazıl Say da 5 Haziran 2006'da bir konser verecek. Salzburg aynı zamanda, Avusturya'nın en ünlü yazarı Stefan Zweig' ın yaklaşık 20 yıl yaşadığı kenttir de. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar Zweig'ın en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu, 5 numaradaki villayı Friderike ile evli olduğu yıllarda satın almıştı. Salzburg'da geçirdiği yıllardır Zweig'ı edebiyatta doruğa tırmandıran. En güzel eserlerini, kente ve Salzach'a yukardan bakan o iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazmıştır. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmiştir. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss' la bu evde saatler, günler geçirmiştir... ''Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!'' diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri Dünün Dünyası'nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. ''Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın(!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik...'' 1934'te Gestapo'nun villayı basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmekten başka çıkar yol bulamaz ve İngiltere'ye yerleşir. Ancak kendini burada da rahat hissetmez. Artık ayrı yaşadığı eşi Friderike , villayı 1937'de Viktor Gollhofer adındaki zengin bir kumaş tüccarına satmak zorunda kalır. Gollhofer, 1950'li yıllarda yaptığı bir Salzburg ziyaretinde villayı görmek isteyen babam Burhan Arpad'ı değil eve almak, ona bahçeyi bile göstermez. Oldukça kaba davranır. Zweig üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Gert Kerschbaumer ile kısa süre önce Salzburg'da villaya bir gezinti yaptık. Dik yokuşu çıkarken ilginç şeyler anlattı. Gollhofer ailesi Zweig'lara olan son taksit borcunu mahkeme kararı ile Nazi yönetimine ödemişti. Zweig vârislerinin bugün Avusturya devletinden hâlâ alacağı varmış! Friderike Zweig anılarında Gollhofer'lerden ''Nazi bir aile'' diye söz eder... Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler' in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara sokar. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği ''kültür Avrupası'' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. 1940'ta İngiliz vatandaşı olur ve o yıl konferanslar için gittiği Brezilya'ya yerleşmeye karar verir. Fakat orada da mutluluğa erişemez, iki yıl sonra intihar eder. ''Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...'' diye oldukça üst perdeden yazar o günlerde Salzburg eyalet gazetesi. Salzburg'daki villanın Zweig'dan sonraki sahipleri ise kapının önüne değil bir heykel dikilmesine, dış duvara plaket takılmasına bile izin vermiyorlar. Koskocaman bahçenin tarihi ağaçları arasındaki villada erkek arkadaşıyla yaşayan Gollhofer'lerin yaşlı oğlu da babası gibi ''ters adamın biri'', Gert Kerschbaumer'in anlattığına göre. Az sonra kapısını çaldığımız Kapuziner manastırının al yanaklı, şişman, güler yüzlü rahibi ise büyük terastan inanılmaz güzellikteki o Salzburg manzarasını doya doya seyretmemize izin veriyor. İnsancıl ve savaş karşıtı Zweig'ın büstü şimdi manastırın önünde düşünceli düşünceli durmuş villasına bakıyor. Zweig ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini...
 
www.ahmet-arpad.de

3 Temmuz 2005

Alpler'de bir çayevi

Cumhuriyet 03.07.2005
AHMET ARPAD
SALZBURG

Yükseklik neredeyse 2000 metre. İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde gölün yemyeşil suları, Königsee'ye akan pırıl pırıl dereler. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alple r'in karlı dorukları... Führer'in çayevinden seyrediyor insanlar bu doğa harikasını. Uçurumun bağrına sipsivri bir çıkıntı gibi saplanan terasta bundan altmış öncesine kadar Hitler , yanında Eva 'sı keyif çatıp çayını yudumlarken kafasından yeni ''kötülükler'' geçiriyordu. Alpler'deki bu ''kartal yuvası'' ona Nasyonal Sosyalist Parti yönetiminin 50. doğum günü armağanı! Martin Bormann'ın sadece 13 ayda inşa ettirdiği, yaklaşık 150 metrelik bir kayanın sivri tepesine oturtulmuş yapıya ulaşmak bir macera. Önce kayalara oyulmuş, abajurlarla aydınlatılmış 124 metrelik bir tünelde ilerliyorsunuz. Sonra, tavanından sallanan kocaman bir avizenin, duvarlarındaki kollu şamdanları pırıl pırıl aydınlattığı, içi tamamen pirinç levhalarla kaplı kırk yedi kişilik asansörle kayaların içinden 124 metre yükseliyorsunuz, sadece 41 saniyede. Ziyaret sonrasında tünel çıkışında bekleyen özel otobüsler insanları tekrar Berchtesagaden'e indiriyor. Buraya ulaşan yol özel araçlara kapalı. Sık sık çam ormanları arasından geçen, bir tarafı uçurum yol çok dik ve daracık. Manzara anlatılamaz. 1939'da tamamı kayalara oyulan 6.5 kilometrelik bu yolu da Bormann açtırtmış. Otobüs ardı ardına tünelleri geçerek 1100 metreye iniyor. Yolcular buradan sonra kendi özel araçlarıyla, ya da başka bir otobüsle yollarına devam ediyor. Fakat daha önce görecek başka şeyler var. Az yukarda, bir düzlükte beş yıldızlı yepyeni bir otel, biraz ötede ''Belgeler Merkezi'' , az aşağıda kocaman bir yapının temel taşları, duvar yıkıntıları... Hitler'in, Berlin ve Wolfschanze'den sonraki, Alp dorukları karşısında çılgınca planlarını yaptığı, Amerikalıların 1945 Nisanı'nda bombaladığı üçüncü karargâhı Berghof'tan arta kalanlar. Almanya-Avusturya sınırındaki Berchtesgaden'e gelenler Obersalzberg tepesine de çıkıyor. Amerikalılarla Japonlar çoğunlukta. Buralarda hâlâ Hitler'den bir şeyler arıyorlar. Nazi subaylarının konakladığı Hoher Göll misafirhanesinin temelleri üzerine altı yıl önce oturtulmuş olan Nasyonal Sosyalist Belgeler Merkezi'nde geçmişi yaşıyorlar. Hitler'in bu yörede, ''Bay Wolf'' takma adıyla geçirdiği 1920'li yıllardan Berlin sığınağında intiharına kadar uzanan korkunç yaşamına dönüyorlar. Bormann'ın 1943'te tepenin altına oydurduğu beş kilometrelik tünellere ve dehlizlere adım atıyorlar. Zengin olanları, Bavyera Eyaleti'nin 50 milyon Avro harcayarak 100 dönümlük araziye kondurduğu lüks otelde konaklıyor. ABD askerlerinin elli yıl boyunca tatil yaptığı, Hitler'in Berghof karargâhına sadece 150 metre uzaktaki Göring villası Platterhof'un yerine inşa edilmiş bu yuvarlak yapı dev bir uçan daireyi andırıyor. Zenginler, kocaman pencereli odalarından dumanlı Alp doruklarını seyredip düşlere dalıyor. Aşağılarda, durgun suları yeşil, beyaz, mavi Königsee. Üzerinde küme küme küçük bulutlar, ötelerde sivri kayalara yükselen kartallar....
 
www.ahmet-arpad.de

19 Haziran 2005

'Türk'ün Yeri' ve Hitler

Cumhuriyet 19.06.2005
AHMET ARPAD
SALZBURG

Almanya-Avusturya sınırında, Alp dağlarında, 2 bin metreye yaklaşan Obersalzberg tepelerinin kötü bir ünü var 1933'ten bu yana... Yörenin güzel ve sağlıklı doğasına hayran olduğu için 1923 yılından başlayarak her yıl burada haftalar geçiren Wolf adında biri kendine hep Moritz Pansiyon'da oda kiralıyordu. Königsee ve Berchtesgaden yakınlarındaki yamaçlar o yılların Almanyası'nda yavaş yavaş ünlenmeye başlamıştı. Varlıklı ailelerle ünlü politikacıların çok çabuk alışmıştı ayakları Obersalzberg'e. 1930'lu yıllara girildiğinde bay Wolf güzel bir evi ''Adolf Hitler'' adına sürekli kiralar! Birkaç yıl sonra da yakındaki koskocaman bir villayı satın alır. 1933 yılına gelindiğinde Hitler çevredeki arazileri ve başka villaları da tek tek elde eder. Ülke yönetimini hızla ele geçirmeye başlayan bu insan, mülkünü satmak istemeyenleri ''Toplama kamplarına gönderirim'' tehdidi ile inadından vazgeçiriyordu. Hitler'e bir süre karşı çıkan ve binasını satmayan tek kişi, yamacın en güzel köşesinde ''Türk'ün Yeri'' adlı pansiyonu işleten Karl Schuster idi. Naziler üzerine söyledikleri nedeniyle bir süre Dachau Kampı'na tıkılan Schuster sonunda tehditler altında pansiyonu elden çıkarmak zorunda kalır ve kısa süre sonra da ölür. Savaş yıllarında Hitler'in Rayh güvenlik kadrosunun konakladığı pansiyon 1945'ten sonra Obersalzberg'de sahiplerine geri verilen tek bina. Günümüzde de ''Türk'ün Yeri'' adı altında otel ve lokanta olarak çalıştırılıyor. Sürekli dolu. Müşterileri, başta Amerikalılar olmak üzere yabancılar. Otele ''Türk'ün Yeri'' denmesinin nedenine gelince... Şimdiki binanın yerinde 17. yüzyılda da bir pansiyon ve lokanta varmış. O zamanki sahibi 1683 yılında, Viyana'yı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordularına karşı savaşmak için askere alınmış. Osmanlıları Viyana kapılarından püskürttükten sonra savaştan evine dönen adam pansiyon-lokantayı çalıştırmaya devam etmiş. Yöre halkı da ona, Türklere karşı savaşmış olduğu için ''Türk'' , pansiyonuna da ''Türk'ün Yeri'' demeye başlamış. Hitler'in dağın içine kazdırdığı yeraltı tünellerinin bir bölümüne bugünkü pansiyonun içinden geçilerek iniliyor. Adolf Hitler Almanya'yı ve savaşı çoğu kez, Obersalzberg tepesine oturttuğu merkezden yönetmiş. Uzmanlara göre 12 yıllık iktidarının (4 bin 351 gün) tam 1481 gününü burada geçirmiş. Amerikalıların, 25 Nisan 1945'te tepeyi bombalamasının nedeni de bu. Sadece dev binayı yerle bir etmemişlerdi, savaş yıllarında Nazi subaylarıyla muhafızların sürekli konakladığı tüm binalar da bombalarla yıkılmıştı. Birkaç duvarı bırakılan Hitler karargâhının az ötesine şimdi Bavyera Eyalet Hükümeti 50 milyon Avro harcayarak beş yıldızlı dev bir otel kondurttu. 1 Mart'ta açılan, odaları 270 Avro'dan başlayarak kiralanan ve şu sıralar hep dolu olan otelin işletmecisi Intercontinental Otelcilik kuruluşu.
 
www.ahmet-arpad.de

5 Haziran 2005

Demir-çelik fabrikası ve Osmanlılar

Cumhuriyet 05.06.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Saf altından bir paşa, atına binmiş. Değerli taşlarla süslü kamalar, kılıçlar, oklar. Kütahya ve İznik çinileri. İpek halılar. Gümüş ve altın taslar, sedef kâseler. Kocaman makineler, fırınlar, tavandan sallanan zincirler, borular, dev çarklar. Tarihi tablolar, yorgun insan fotoğrafları. Almanya'nın en büyük ve en eski demir-çelik fabrikasında bütün bunlar!
 
14 Mayıs'tan bu yana Völklingen'in ''Unesco Dünya Kültür Mirası'' demir-çelik fabrikasında eşsiz Osmanlı eserleri ''Doğunun Büyüsü'' adı altında sergileniyor. Atalarımızın Viyana kapılarında geri bıraktığı silahtan çanak çömleğe, giysiden halıya, kahve fincanına her şey.
 
Özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa saraylarında Osmanlı'ya özenen kralların, kayserlerin, prenslerin ısmarladığı tüfekler, kılıçlar, palalar, giysiler ve tabak-çanaklar... İstanbul'da sarayı ziyaret eden yabancılara padişahların verdiği hediyeler... Türk'ün kültürü ve doğunun gelenekleri Avrupalının hep çekmiş ilgisini.
 
1873'te kurulan, Almanya'nın endüstriye geçişinde çok önemli bir rol oynayan, Hitler 'in gücüne güç katan ve 1986'da yenisi inşa edilince yüksek fırınları söndürülen Völklingen demir-çelik fabrikası, bir ''endüstri harikası'' olduğu için yıkılmamış. On yıl önce UNESCO'nun ''Dünya Kültür Mirası'' eserler listesine almasıyla bir bölümü restore edilip eski haline getirilmiş, bir kısmı da olduğu gibi bırakılmış. 1999'dan bu yana devasa fabrikanın tüm bölümleri sanat ve kültüre ayrılmış.
 
Budapeşte, Dresden, Karlsruhe, Stuttgart ve Viyana müzelerinden getirilen 170 paha biçilmez eser, dev makineler, fırınlar, borular, zincirler, vagonlar arasına yerleştirilmiş cam vitrinlerde göz kamaştırıyor. Ucu bucağı görünmeyen hangarın çelik ve makine kokuları arasında atalarımızı anımsatıyor dolaşanlara. Sadece Osmanlı eserleri mi? Hayır. Çar 1. Nikola 'nın 19. yüzyılda İstanbul'a yolladığı İtalyan mimarı Fossati 'nin 25 Ayasofya litografisi, İstanbullu fotoğrafçılar ''Fréres Abdullah'' ile ''Sébah & Joallier'' in 1870-1900 arası eserleri, Almanya'da yaşayan Mehmet Ünal 'ın son kırk yılda çektiği, kocaman siyah-beyaz işçi fotoğrafları...
 
Savaş yıllarında Völklingen demir-çelik fabrikasında kadınlı erkekli tam 70 bin yabancı işçi ve savaş esiri çalıştırılmış. Çoğu Rusya, Polonya, Yugoslavya, Hollanda, Belçika ve İtalya'dan getirilen bu insanlardı Alman ağır endüstrisini ve Hitler ordularını ayakta tutan. Savaş sonrasında Almanya'nın kalkınmasında önemli bir rol oynayan fabrikada 1960-1986 arası on binlerce Türk çok zor koşullar altında çalışıp evine para yollamış. Bir ayda 30-35 mesai yapanlar gençliklerini bırakmış burada. Sadece Völklingen'de mi? Tüm Almanya'nın fabrikalarında erimiş nesiller. Mehmet Ünal'ın birbirinden ilginç fotoğrafları belgeliyor bu insanların inanılmaz yaşamını...
 
www.ahmet-arpad.de

22 Mayıs 2005

'Anılarımda Hermann Hesse'

Cumhuriyet 22.05.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Yaşlı kadın tarihi mezarlığın kapısından içeri giriyor. Küçük adımlarla yürüyor, upuzun duvardaki bronz tabelalara baka baka ilerliyor. Bir süre sonra duruyor, eğilip elindeki, villasının bahçesinden topladığı çiçekleri ıslak toprağa bırakıy or. Karşısındaki yüksek duvarı kaplayan tabelalarda akrabalarının adları yazıyor. Friedrich ve Emma Gundert , annesinin babasıyla eşi. Yaşlı kadının dedesi. Hermann ve Julie Gundert , annesinin büyükbabasıyla eşi. Marie Hesse, yaşlı kadının dedesinin kız kardeşi ve Hermann Hesse'nin annesi... Gözlerini kapatıp bir şeyler mırıldanıyor. Dua mı ediyor, burada yatan aile fertleri ile mi konuşuyor? Yaşlandıkça daha sık geçmişe dönüyor anılarında. Birkaç yıl sonra 90 yaşında olacak. Sonra ağır ağır mezarlık çıkışına doğru yürüyor. Karşı kaldırıma geçip ırmak kıyısından küçük kente dönüyor. Son günlerin yağmurlarının ardından Nagold'un suları hızlı hızlı, köpük köpük akıyor. Az ötede, Güney Tirol evlerini andıran kocaman taş yapıyı 1694'te tüccar Johann Schill yaptırmıştı. Onun ailesinden gelen Emma, yaşlı kadının dedesi Friedrich'in eşiydi. Üç katlı bu koca yapıda ne güzel günler geçirmişti. Bach hayranı dedenin evde verdiği konserleri çok iyi anımsıyordu. Müziğe olan ilgisi belki de o yıllardan kalmaydı. Genç kızlığında konservatuvarda piyano öğrenmiş, konserlere katılmış, sayısız öğrenciye ders vermişti. Annesinin halası Marie de severdi müziği. Sık sık anlatırdı annesi, çok yanlı, hareketli ve üstün yetenekli bir kadın olduğunu. Ebeveynlerinin misyonerlik yaptığı Güney Hindistan'da 1842'de doğmuştu. 1874'te evlendiği Johannes Hesse, ikinci kocasıydı. Ona iki kız, bir de erkek çocuk doğurmuştu. 1877'de dünyaya gelen oğulları Hermann çok sorunlu çıkmıştı. İlkokuldan sonra Latince öğrenen Hermann 15 yaşında Maulbronn manastırına yollanır. Birkaç ay aradan geçmeden kaçar, Stetten sinir kliniğinde üç ay yatar, Stuttgart'ta liseye kaydı yaptırılır, krizler yeniden başlar, okul yerine şaraphaneleri yeğler, ne olduğu bilinmeyen insanlarla dostluklar kurar, sağa sola borç takar, okuldan kaydı silinir... 1906'da yazdığı ''Unterm Rad'' adlı romanın konusu o yılların gençlik bunalımlarıdır. Yaşlı kadın aniden Hermann Hesse'yi görüyor. Nagold ırmağının üzerindeki köprüdeler. Bronzdan Hesse, ondan uzun boylu, elinde şapkası, gelip geçeni pek umursamıyor, gözlerini ötelere dikmiş, yeşil yamaçlara, ırmağın sularına... Haylazlık, avare gençlik yıllarında burada saatlerce durur, suların akışını seyrederdi. Ördeklerin yüzüşünü, balık tutanları... Kimi zaman o da atardı oltasını sulara. O burada zaman öldürürken yaşıtları ya okula gider ya da çıraklık yapıp bir meslek öğrenirlerdi. Kent insanlarının gözünde Johannes ile Marie Hesse'nin oğulları Hermann tembelin tekiydi, bir şey olacağı yoktu. Çok sonraları o günlerden söz açıldığında, çocukluğumda pek sevilmezdim, diye konuşurdu. O yılların deneyimlerini hiç unutmamıştı. Yaşlı kadın Hermann Hesse'yi, Güney İsviçre'nin Tessin yöresindeki villasında tanımıştı. 1930'lu yıllardan başlayarak Montagnola'nın bir yamacındaki o eve sık sık gitmişti annesiyle. Aşağı bahçe kapısında yazardı, ziyaretçi kabul edilmez diye. Villanın yukarı kapısında da aynı şeyler okunurdu. Annem çalışma odasının kapısını açtığında ''Hermann Amca'' ayakta karşılardı bizi, kolları iki yana açık. Ben deneyimsiz bir genç kız, o ise dünyaca ünlü bir yazar. Yıllar öncesinin haylaz ve tembel delikanlısını artık milyonlar okuyordu. Kimi zaman, annemim hediyesi olan bir Bach plağını pikaba koyar, bakışlarını karşı yamaçlara dikerdi. O yıllarda resme de başlamıştı. Her ziyaretimizde evinin duvarlarını daha çok tablonun süslediğini fark ederdim. Hepsi de ekspresyonist, rengârenk ve özgürlük dolu tablolar. 1933'ten başlayarak Almanya'dan kaçan birçok dostuna yardımı esirgememişti. Çoğu kez elinde ne varsa onlara harcamış, başka ülkelere sığınmalarına destek olmuştu. Savaş yıllarında Almanya'da eserleri yasaklanıp, paralar suyunu çekmeye başlayınca kendini iyice tabloya vermiş, kazandıklarını da dostlarına harcamıştı. Bizlere yolladığı, Nazi sansüründen geçmiş mektupların ardı arkası hiç kesilmemişti. En çok da ablası Adele ile mektuplaşır, onunla sık sık dertleşirdi. Annemizin sonsuz beğenisi ve çocuklarına olan sevgisiyle babamızın duygusal ahlak değerleridir bizleri bugünlere taşıyan, diye yazdığı bir mektubu Adele ''teyze'' ölümünden az önceki bir ziyaretimizde anneme okumuştu. Annemle babamın evinde birçok dünyanın ışığı bir araya gelmişti... Yaşlı kadın, villasına doğru yükselen yokuşu ağır ağır çıkıyor. Tek başına oturduğu iki katlı, sekiz odalı binanın kapısını açıp içeri giriyor. Duvarları Hermann Hesse tabloları ile süslü salonda bir köşede duran eski piyanonun başına geçiyor, parmaklarını tuşlara dokunduruyor. Bach'dan bir sonat odayı kaplıyor. Kocaman pencerelerden Karaormanlar kenti Calw'ın yemyeşil yamaçları görünüyor...
 
www.ahmet-arpad.de

12 Mayıs 2005

Yönetenlerin korkulu düşü: Kitap

Cumhuriyet Kitap 12.05.2005

Ahmet ARPAD
 
Avrupa insanının belki bir yüzyıl unutamayacağı, etkisinden kurtulamayacağı 2. Dünya Savaşı 8 Mayıs 1935'te sona erdi. Bir elli yıl geçmiş aradan. Almanya topraklarından çıkan bu savaş sadece onlarca milyon insana kıymadı, Nazi ideolojisinin arkasındaki faşist görüşle de bir "düşünce kıyımı"nı gerçekleştirdi! 1933-1945 arasında "öldürülen" Alman edebiyatının savaş sonrasında pek kolay kendine gelememesinin, bir daha da eski ününe kavuşamamasının nedenlerinden biri de Nazi Almanyası'ndaki bu "düşünce kıyımı"dır.Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşü, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan, yazılıp çizilenden nefret eden, onları yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Bunlardan "en ünlüsü" de, insanlığın bundan tam altmış yıl önce kurtulduğu Hitler'di!Yirminci yüzyılın en ünlü antifaşist ve antimilitarist yazarı Erich Maria Remarque'ın üne kavuştuğu 1928-1931 yılları Almanya'nın toplum yapısında tedirginliklerin iyiden iyiye arttığı bir dönemdir. Remarque adının ve romanlarının ülkede olağanüstü ilgiyle karşılaşmasında toplumdaki tedirginliğin payı çoktur. 1933'lerin kahverengi gömlekli iktidarı Naziler, Remarque'ın yanı sıra daha birçok yazarın eserini de kendilerine engel görmeye başlamıştı. Özellikle genç yaşta ünlenmiş olan Remarque, yüzyıllardır Cermen efsaneleri ve masalımsı yiğitlik örnekleriyle yetiştirilmiş sıradan Alman halkına savaşın yersizliğini, kötülüklerini herkesin anlayacağı apaçık gerçekler olarak haykırıyordu. Eserlerine edebiyatçılar ve büyük tenkitçiler dudak bükseler de, halk Remarque'ı okuyor ve savaşın ne olduğunu, savaştan kimlerin yararlandığını anlamaya başlıyordu.
 
ÖZGÜR DÜŞÜNCEYE ENGEL
 
O günlerde, sosyal demokratlar, komünistler, merkezciler ve daha birçok politika örgütünün toplandığı Reichstag'da her gün çekişmeler yaşanıyordu. 30 Ocak 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. Seçimlerde salt çoğunluğu elde edemeyen Hitler, sol partilerin arasında işbirliği sağlanamaması sonucu iktidar koltuğuna oturmuştu. Bu başarıyı elde etmesinde Hindenburg ve Von Papen'in ağır endüstri kralları ile yaptığı gizli anlaşma da önemli bir rol oynamıştı. Hitler'in ilk işlerinden biri özgür düşünceyi frenlemek oldu. Sola ve düşünürlere karşı başlattığı saldırılar da "başarılı"ydı. Sayısız düşünür, sanatçı ve bilim adamı gereksiz nedenlerle tutuklandı. 10 Mayıs 1933'te bütün Almanya'da başlatılan ve haftalarca süren kitap yakma girişiminin amacı sadece insancıl, savaş karşıtı yazarlara gözdağı vermek değildi. İktidarda kalabilmek için tüm ülkede özgür düşüncenin dibine kibrit suyu dökmekti! O günlerde Berlin'den Münih'e ülkede Heine, Freud, Marx, Seghers, Brecht, Zweig, Mann ve Remarque'ın kitapları dev ateşlere atılırken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar uluyordu! Bu kitap yakmanın halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kitapları yasaklananlar, ateşlere atılanlar Nazilere göre "Alman düşün dünyasının çöpü" yazarlardı.1935 yılında Hitler yönetiminin yayımladığı 'yasaklar listesi'ne göre tam 524 yazar zararlıydı. Toplam 3601 eserin Almanya'da yayımlanması ve okunmasını yasakladılar. Ne yazık ki Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene ses çıkarmadı. Kitapların yakıldığı kentlerde çoğu üniversite profesörü, "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit etmekte" diye seslendi toplanan binlerce insana. Basında da pek karşı çıkan olmadı. Hatta birçok köşe yazarı Nazilerin 'kitap düşmanlığı'nı onayladı. Alman ruhuna ve edebiyatına bile bile ihanet edilirken basında, "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir" diye yazanlar oldu.
 
DÜŞÜNÜRLERİN ACI SONU GAZ ODALARI
 
"Bugün kitapların yakıldığı yerde yarın insanlar da yakılır" diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ilerde ne yazık ki haklı çıkacaktı. Sınır ötesine kaçamayan antifaşist düşünürler toplama kamplarının dikenli telleri arkasında yaşama gücünü yitirdiler. Gaz odaları ve fırınlar çoğunun acı sonu oldu. Sınır ötesi ülkelere kapağı atabilenlerin çoğu savaş sonrasında da bir daha Almanya'ya geri dönmedi.1933'ten sonraki yıllarda Nazi rejimi daha çok kahramanlığı ve savaşı konu alan bir edebiyat türüne özen göstermeye başladı. Nasyonal sosyalist dünya görüşünü destekleyen adı sanı pek duyulmamış yazarlar 1935'ten başlayarak Rayh Kültür Odası'nın desteğini aldı. Yazarlık mesleğini sürdürmek isteyenlerin bu odaya üye olması zorunluydu. Yine de Nazi rejimine direnen ve ülkeyi terk etmeyen Hans Fallada, Werner Bergengruen, Ina Seidel, Reinhold Schneider gibi yazarlar Hitler'i ve savaşı pek eleştirmeden o zor yılları çekildikleri köşelerinde geçirmesini bilmişti. Her şeye karşın 1933-1945 arasında Alman edebiyatı ölüdür, varlığından söz edilemez. Düşünce özgürlüğüne baskı, çoğu zaman uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır. Ancak yazar ve kitap kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuş, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

8 Mayıs 2005

İşsiz yabancının uyumu güç

Cumhuriyet 08.05.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Almanya'da her şey uzaktan görüldüğü gibi öyle pek tozpembe değil. Bundan 15 yıl önce doğusundaki ''hasta'' Almanya ile birleşmesinin ülke toplumuna hiçbir yararı olmadı. AB verilerine göre, son yıllarda birliğin ekonomik açıdan en az gelişen ülkesi olduğu kanıtlanan Almanya'da işsizlik ikiye katlanıp 6 milyona yaklaşırken, fakirleşen insanların oranı hızla artıyor, orta sınıf eriyor, eğitim giderek geriliyor, insanlar evlilikten kaçındığından doğumlar da giderek azalıyor, toplum küçülüyor. Geleceğine artık pek umutla bakmayan insanlar toplumu bencil. Bireyler her geçen gün daha çok ''adalar'' oluşturuyor. Kısa süre önce resmi makamlar, ülkede suç işleme oranının arttığını, insanların giderek daha çok kaba kuvvete başvurduğunu açıkladı! 1998'den bu yana ülkeyi yöneten Sosyal Demokrat/Yeşiller koalisyonu o yılların ''İşsizliği yarı yarıya azaltacağız'' sözünü yerine getiremedi. Bunun da altında en çok ezilenler ''bizimkiler'' oldu! İş ve İşçi Kurumu'nun yeni verilerine göre ülke genelinde işsizlik yüzde 10.5 oranında. Yabancıların ise yüzde 22.5'i işsiz dolaşıyor. Stuttgart örneğinde, kentteki işsizlerin yüzde 40'ı yabancı. İşsiz gençlerden yüzde 38'i Alman pasaportlu değil. Yabancıların yüzde 80'i hiçbir mesleki eğitimden geçmemiş, Almancaları da yetersiz. Yeni bir iş bulmaları hemen hemen olanak dışı... Bu sorun gerek yaşlılar, gerekse burada doğmuş dördüncü nesil gençlerde çok belirgin. Çoğu ortaokulu zar zor bitiriyor, liseye gidenler parmakla gösteriliyor. Türk çocuklarından ilkokula başlayanların sadece yüzde 10'u liseye ulaşabiliyor! Günümüzde işsiz kalan 50 yaş üzeri yabancının bir daha iş bulamamasının başka bir nedeni de var. Onun yıllarca yapmış olduğu, pek meslek eğitimi gerektirmeyen ''basit'' işi Alman şirketleri son yıllarda artık Doğu Avrupa ve Asya'nın ''ucuz'' ülkelerinde yaptırıyor... Almanya'dan sadece kapital değil, işgücü de kaçırılıyor! Ülkenin sorunları şu sıralar çok karmaşık. Hepsi iç içe geçmiş. Tam bir arapsaçı. Yün yumağı! Yönetenler dolanmışlar kedi örneği bu yumağa, neresinden, nasıl açılacak, hiçbiri bilmiyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bu arada kaybeden sadece Almanlar olmuyor, yabancılar da okkanın atına giriyor. Böyle bir ortamda ''Yabancılar topluma uyum sağlamıyor'' diyenler, ne yazık ki gözlerini kapatıyor, uyumun ''tek yönlü bir cadde'' olmadığı gerçeğini hasıraltı ediyor... En kolayı, vur abalıya! Birkaç ay önce yaptığı açıklamalar ile, Fethullah Hoca'ya yakın genç işadamlarının kurduğu özel liseye sıcak baktığını belirten Stuttgart Büyükkent Belediyesi'nin Hırvat asıllı yabancılar ve uyum sorumlusu, geçenlerde bir gazete röportajında işsizlik ve uyum konularında getirdiği bir ''öneri'' yle yine dikkatleri üzerine çekmesini bildi! ''Kentteki 200'e yakın yabancı dernek, geldikleri ülkenin kültürünü koruma amaçlı çalışmalar yapacaklarına artık gençlerin uyumu konusu ile ilgilensinler!'' diyerek uyum için nelerden vazgeçilmesi gerektiğini açık açık söyledi!..
 
www.ahmet-arpad.de

24 Nisan 2005

Yol üstünde bir kent

Cumhuriyet 24.04.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Kulesi dünyanın en yükseği. Tam 162 metre. Tepesine ulaşmak için 768 basamağı çıkmak zorundasınız. Gücünüz varsa. Fakat çıktığınıza değiyor, hava açık ve berrak oldu mu... Alplere kadar uzanan bir panorama yorgunluğunuzu gideriyor. Temelini 14. yüzyılda atmışlar Ulm Katedrali'nin. Devasa kapısından içeri girip de başınızı kaldırdığınızda kubbeleri süsleyen motifleri zor seçiyorsunuz. Stuttgart'tan Münih'e,Konstanz Gölü'nün kıyılarına, Avusturya Alpleri'nin kayak merkezlerine ulaşmak için hep Ulm'dan geçmek zorundasınız. Kuzey İtalya'ya, Venedik ya da Milano'ya mı yolculuk, yine Ulm üzeri gidiyorsunuz . Anlayacağınız Ulm, ''yol üstünde bir kent'' . Avrupa'nın en uzun nehri Tuna, Ulm'un ortasından geçiyor, kollarından Mavi ile burada buluşuyor. Acaba ona, Mavi Tuna demelerinin nedeni bu mu? Katedral çevresi eskiliğini korumuş. Dar sokaklar, ikişer üçer katlı tarihi evler, loş geçitler, küçük lokantalar ve şaraphaneler, butikler ve galeriler... Tuna'ya inen yollar kentin en şirin mahallelerinden geçiyor. Birçok tarihi Alman kentinde olduğu gibi Ulm'da da çoğu sokak araç trafiğine kapatılmış, yayalar rahatça dolaşsın diye. Cafe'ler, lokantalar masaları çıkarmış dışarı. İnsanlar baharın ılık havasında mutlu mutlu oturuyor, yorgunluk çıkarıyor, gülümsüyor... Balıkçılar Mahallesi kentin en eski yerleşimi. Buradaki yapıların çoğu, nehir kıyısındaki kent duvarları 16. ve 17. yüzyıldan kalma. Günümüzde lokanta olarak kullanılan Eğik Ev 7 yüz yıldır hâlâ sapasağlam ayakta, hafif yan yatmış olmasına karşın. Şu sıralar Ulm Müzesi, ülkenin en önemli ressamlarından Emil Nolde' nin (1867- 1956) eserlerini sergilemekte. Belki de ekspresyonizmin (dışavurumculuğun) bu en ünlü ressamının 1903 ile 1918 yılları arasında yarattığı büyüleyici 60 insan portresi sergi salonlarını süslüyor. Fırçasının heyecanlı titreşimleri ile Nolde bize o yılların büyük kent insanlarını, Baltık Denizi'nde yazları geçirdiği Alsen Adası'ndaki komşularını, akrabalarını, köylülerini tanıtıyor. Hele Yeni Gine'de geçirdiği yıllarda (1913- 1914) yarattığı ada yerlilerinin portreleri çok çekici. Uzun uzun seyrediyor, karşılarından öyle kolay ayrılamıyorsunuz. O yıllarda kendini yenileyen Emil Nolde ölümüne kadar dorukta kalmasını biliyor. Kent gezintisinin sonunda Stuttgart'a dönmek de var, geceyi tarihi Balıkçılar Mahallesi'nde geçirmek de. İkinci seçeneği yeğlerseniz, adı Dar Ev olan otelde kalmanız önerilir. Fischergasse'de, taş köprünün hemen yanı başındaki, 16. yüzyıldan kalma beş katlı yapı adı gibi gerçekten daracık. İçinde sadece üç odası var. Baştan aşağı özenle restore edilmiş odalar kat genişliğinde. Birinde whirlpool var, günün yorgunluğunu atmak isteyenler için. Tuna'nın kolu Mavi neredeyse odanızın içinden geçiyor. Az sonra ağaçlar altında oturmuş, leziz yöre şaraplarını yudumlarken aklınız uzaklarda...
 
www.ahmet-arpad.de

27 Mart 2005

Yahudi düşmanlığı hep vardı

Cumhuriyet 27.03.2005
AHMET ARPAD
STUTTGART

Trenden indi. Sağına soluna şöyle bir bakındı ve sonra ürkek adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Küçük istasyon binasının önünde bir taksi bekliyordu. Bir an düşündü. Kent merkezine yürüse miydi, yoksa taksiyle mi gitseydi? Hava serin fakat güneş liydi. Yürümeye karar verdi. Karşı kaldırıma geçti. Sağa doğru gitmesi ger ek tiğini biliyordu. Büyük bir bahçe içinde kocaman, gösterişli, kırmızı tuğla dan tarihi bir bina dikkatini çekti. Demir bahçe kapısında ''Villa Ecarius'' yazıyordu. Yoluna devam etti ve birkaç sokak sonra sola saptı. Uzaktan büyük katedralin kuleleri görünüyordu. Oraya gidecekti. Annesi, babası ve ablasıyla bu kenti terk ettiklerinde 7 yaşındaydı. Bir daha hiç dönmemişlerdi buralara. Ana babası çoktan yaşamıyordu. Ablasını da iki yıl önce yitirmişti. Doğduğu toprakların hasretine daha çok dayanamamış, tek başına yola koyulmuştu. Speyer'e tam 70 yıl sonra geri dönmüştü! 1935 sonbaharıydı, apar topar, her şeyi geride bırakarak bu kenti terk ettiklerinde. Annesi bir akşam önce söylemişti kızlarına, yarın bu kentten ayrılacaklarını. Önce yakın Fransa'ya kapağı atmışlardı. Birkaç ay sonra da İngiltere'ye. İleri yıllarda savaş başlamıştı, anlatmıştı babası niçin öyle aniden evlerini bırakıp buralara geldiklerini. ''Kaçmasaydık'' demişti, ''bugün kim bilir hangi toplama kampındaydık ya da çoktan öldürülmüştük.'' Sağına soluna pek dikkat etmeden, düşüncelerle ve anılarla dolu, yürüyordu. Bomboş küçük sokaklardan, iki üç katlı daracık evlerin arasından geçti. ''Greifengasse'' yazıyordu tabelada. Bakışlarını katedralin kulelerinden ayırmadan ağır ağır devam etti yoluna. ''Predigergasse'' , oradan da geniş, upuzun Maximilian Caddesi. Buraları anımsar gibi oldu. O yıllarda atlı arabalar, tramvay ve birkaç otomobil geçerdi Speyer'in bu tek büyük caddesinden. Dosdoğru yürüdün mü katedrale çıkardın. Az ötede sinagog vardı, köşeyi döndün mü de banyo. Bir buçuk yıl devam etmiş olduğu okulu ''Pfaffengasse'' idi... Az sonra koskocaman, devasa katedralin karşısındaydı. Durdu. Hiç kıpırdamadan, bakışlarını yüksek kapısından, sonsuza tırmanan kulelerinden çekmeden öylece... Burası kalabalıktı. İnsanlar gidip geliyor, otobüsler turist boşaltıyordu. Karıncalar örneği kocaman alanda hareket ediyordu hep birileri. Onların ortasında Esther Lieberberg hareketsiz öylece duruyordu. Düşündü bir an için, gireyim mi katedrale, diye. Sonra yürüdü küçük adımlarla kocaman kapıya doğru. Katedralin içi daha da yüceydi. Sütunlar ve kubbeler sonsuza yükseliyordu. Sıralar arasından yürüdü. Arka bölüme geçti. Birkaç yıl önce Almanya'nın eski başbakanı Helmut Kohl 'ün intihar eden karısının dini töreninin bu katedralde yapılmış olduğunu anımsadı. Zavallı kadıncağız, diye mırıldandı. Ürperdi. Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Speyer'e gelmesinin nedenlerinden biri de az ötedeki Tarih Müzesi'nde gezilen ''Ortaçağda Avrupa Yahudileri'' sergisiydi. Giriş katının salonları o dönemlerden kalma ve sadece bu sergi için Avrupa'nın sayısız ülkesinden getirilmiş çok ilginç eserlerle doluydu. İsa 'dan önce 6. yüzyılda Yahudiler bugünkü Irak topraklarını terk edip önce Doğu Akdeniz kıyılarına, sonra da Roma döneminde İtalya üzerinden Batı Avrupa'ya göç etmişlerdi. Ren havzasına 4. yüzyılda Romalılarla geldiklerinde Cermen kavimleri buralarda henüz yoktu. Haçlı Seferleri'ne kadar Yahudi tüccarlar Ortadoğu ile Orta Avrupa arasındaki ticaret köprüsünü oluşturmuşlardı. Özellikle Speyer, Worms ve Mainz Yahudilerin ''kaleleriydi'' . Yahudi düşmanlığı o çağlarda da kendini göstermişti. 1333'te Ren havzası Yahudilerinin mallarına el konulmuş. 1348-1350 arasındaki büyük veba salgını sırasında ''Yahudiler su kaynaklarımızı zehirliyorlar'' gibi bir bahaneyle radikal Hıristiyanlar Yahudiler arasında kıyıma girişmişlerdi. Bu düşmanlık hep devam etmiş, 1500'lere girildiğinde Alman kentlerinden kovulmaya başlanmışlardı. 1529'da Speyer sinagogu ellerinden alınmıştı. Esther Lieberberg az sonra kendisini Judengasse'de bulduğunda, ne değişti ortaçağdan günümüze, diye düşündü. Yürüdü. Çok dalgındı, biraz sonra yerin üç kat altındaki eski banyonun taş basamaklarını inerken. Her şeye karşın, 7 yaşında terk etmiş olduğu bu kente 70 yıl sonra günübirliğine de olsa döndüğüne pişman değildi.
 
www.ahmet-arpad.de

14 Mart 2005

Avrupa'ya Birlik Gerekli mi?

Cumhuriyet 14.03.2005
Ahmet ARPAD
 
Bundan 15 yıl önce, Almanya'nın batısının doğusu ile birleşmesi ülkeye hiç yaramadı. Rusya ile Amerika'nın aralarında anlaşarak 'onay verdikleri' bu birleşme sonucu Avrupa Birliği'nin lokomotifi Almanya o günden bugüne bir türlü kendine gelemiyor. Bu güç yitirmenin sonucu sermayenin terk ettiği ülkede altı milyon insan işsiz evde oturuyor. Evlilikler ve doğum azalırken, toplum yaşlanıyor. Eğitim geriliyor. Fakirliğin hızlı adımlarla ilerlediği, seçmenlerin politikacılara artık inanmadığı Almanya'da giderek artan toplumsal sorunlar insanları altında eziyor. Bencilleşen birey geleceğinden ümitsiz.
 
Zayıf bir Almanya, güçsüz bir Avrupa Birliği demektir. Avrupalı politikacılar bundan yarım yüzyıl önce yola çıktıklarında önce Amerika ve Rusya'ya, sonraki yıllarda da Çin ve Japonya'ya karşı ekonomik ve askeri bir güç olmak, barış içinde yaşamak istiyordu. Şimdi, 2005 yılına geldiklerinde ise geriye bakan Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya elli yılda ''bir arpa boyu yol'' aldıklarının farkındalar! Ötekiler ise başta Amerika olmak üzere, kimseyi pek dinlemeden yollarına devam ediyor. Önce Doğu Almanya'yı Batı Almanya'ya geri veren, ardından da diğer Demirperde ülkelerini AB'ye 'kakalayan' Rusya kendi yolunda gidiyor. Çin'in attığı adımlar giderek büyüyor, hızlanıyor. Japonya gücünden pek bir şey yitirmedi. Hep 'hareketli' Ortadoğu sürprizlere gebe. Hindistan'da gerileme yok. Artık yeni küresel oyuncular dünya sahnesine adım attı. Dünya sorunlarının çözülmesinde Avrupalıların pek sesi sedası çıkmıyor. Balkanları Amerika halletti. Afganistan'da onun sözü geçti. İsrail - İran ekseninde de o ne derse oluyor. Amerikan emperyalizmi Irak'ta 'at koştururken' kimi Avrupa ülkesinin komşumuzda kan akmasına destek vermesi AB'nin ne kadar zayıf olduğunun en büyük kanıtı. Birlik olmak için gerekli reformları bir türlü yapamayan Avrupa bu gidişle büyük ekonomik ve sosyal dönüşümleri başaramayacak gibi. Küresel güç düşünden yavaş yavaş vazgeçmek zorunda kalacak.
 
Avrupa Birliği'nin uyumlu bir yapıya sahip olmadığı, son yıllarda giderek daha çok kanıtlanıyor. Avrupa anayasası için sadece sekiz hükümet halkoylaması yapacak. Diğerlerinin buna niyeti yok. AB ülkelerinde birçok önemli karar halka sorulmadan alınıyor. Birlik üyeleri 21. yüzyıl dünya gerçeklerine karşın birbirleriyle anlaşmaktan hâlâ çok uzaklar. Yirmi beş ülke arasındaki kültürel farklılıklar da, hiçbir zaman çözümlenmeyecek, sürekli zorluklar yaratacak kalıcı bir sorun. Unutmayalım, kültür birliği olmayan ülkelerin uzun süre yaşamadığı, dağıldığı bilinen bir gerçek. Bu arada Avrupa kimliğinin Hıristiyan toplum değerleri temelinde oluşturulup, güçlenmesi için Vatikan'ın ve kiliselerin politikacılara yıllardır baskı yaptığını da göz ardı etmemek gerek.
 
21. yüzyılda ayakta kalabilmek için gerekli olan dinamizm nedir, Avrupalı bilmiyor. Yaşlı kıtanın en büyük sorunu, oluşturmaya uğraştığı birliğin hantal, ağır, kararsız ve hastalıklı olması. ''Çekirdek Avrupa'' denen beş, altı ülkenin diğerlerini boyunduruğu altına almadan da böyle bir AB'nin işlemesi hemen hemen olanak dışı. 'Arka bahçe' ikinci sınıf ülkelerin güçlüler tarafından yönetilmesi ise yaşlı kıtaya ister istemez tedirginlik getirecek, birlik için kaçınılmaz olan uyum giderek zorlaşacak. Zayıf üye ülkelerin güçlülerin boyunduruğu altına girmesiyle küreselleşme, sonunda ister istemez Avrupa'da da gerçekleşecek, uyum, birlik ve demokrasi sözleri çoktan rafa kalkmış olacak! Ülkelerin birleşerek bir federasyon oluşturması da ulusal kimliklerin yok olmasını peşinden getirecek. Günün birinde böyle bir AB yine de gerçekleşirse Avrupalı mutlu olacak mı dersiniz?
 
Bu koşullarda çok zor. Avrupa 2005 yılında dört beş başlı, yirmi küsur kollu yaşlanmış bir yaratık. Aradan bir yarım yüzyıl geçmiş, alınyazısını belirleyecek yol ayrımında nereye gideceğini hâlâ bilmiyor. Avrupa için ''dünya treni'' şimdilik kaçmış gibi görünüyor. Bizdeki AB hayranları ise birilerine sürekli yaranarak kişisel ve ideolojik çıkarları uğruna dört takla atmaya devam ediyor.